İbrahim Tüzer

Çizim: Zeynep Dağgüden

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim,

İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.

Tevfik Fikret

Türk şiirinde metafizik bunalımlarını, varlık algısından kaynaklanan bireysel trajedilerini, ferdî huzursuzluğunu şiirine konu eden bir şair olarak Tevfik Fikret, üzerine çok söz söylenen, şiirleri üzerine çok konuşulan isimlerin başında gelir. İçerisinde yer aldığı Servet-i Fünûn döneminin de ayırıcı bir özelliği olarak dilinin süslü ve anlaşılmayı güçleştirecek terkiplerle dolu olması, şairin günümüzde bütünlüklü bir biçimde okunup hakkıyla bilinmesine engel olmaktadır.

Serveti-i Fünûn dönemi sanatkârlarının, şiir dili ele alındığında anlaşılması zor bir dili tercih etmiş olmaları ve Tanzimat dönemiyle başlamış olan dilde sadeleşme bahsine uzak durmaları sıklıkla işaret edilir ve bu durum çoğu zaman da eleştirilir. Ancak özellikle Fikret söz konusu olduğunda bunun temel sebepleri vardır. Bunlardan biri her şairin kendi şiir görüşü, kendi şiir anlayışı ve poetikasının var olabileceği düşüncesi ise diğeri de bu sanatkârların varlık algısıdır.

Şiir dili ya da bir şiirin oluşum evreleri söz konusu edildiğinde şairin benimsemiş olduğu dilin, medeniyetin, dünyanın, varlığın algısı ve bu algı evreni içerisinde sanatkârın kendini nasıl konumlandırdığının mutlaka anlaşılması gerekir. Çünkü şiir, doğrudan tasnif edilebilecek, genel geçer kabullerle sınıflandırmaya tabi tutulacak, üzerine farklı bakış açıları getirmeden konuşulacak bir tür değildir.

Şairin çepeçevre sarılı olduğu varlık âlemini algılama biçiminin edebiyatımızda derinlikli bir tarzda ortaya konulduğu ilk metinler Servet-i Fünûn dönemine denk gelir. Sadece şiirde değil romanda da, özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in metinleri, bireylerin hem kendileriyle hem de toplumla olan trajik ilişkisini tahkiyenin sınırları içerisinde işaret eder. Tanzimat döneminde de bunun ilk örneklerini veren sanatkârlar olmuştur. Şinasi’nin Münâcât’ından “Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım / Cân ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım” şeklinde yükselen ses ile kısmen, fakat öncesinde Âkif Paşa’nın Adem Kasidesi’nde “çeşm-i im’ân ile baktıkça vücûd-ı ademe / sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem” denilerek bütünlüklü bir biçimde aynı endişeyle benzer bir krizin dile getirilmiş olduğu ortadadır.

Tanzimat’la birlikte girilen medeniyet değişikliğinin meydana çıkardığı trajedi, Akif Paşa ve Şinasi’de kendini kelimelerin ilk anlam değerleri üzerinden ve klasik edebiyat geleneğine bağlı kalan bir retorik ile ortaya koymuştur. Abdülhak Hâmid Tarhan şiire metafizik algıyı, problemleri, tereddütleri getiren isim olarak işaret edilmesi gereken diğer önemli bir şairdir. Bu hususta adeta Tanzimat ile Servet-i Fünûn ara- sında bir geçiş özelliği gösterir. Tarhan, kendindeki metafizik sıkıntıyı şiir dili üzerinden ortaya koyarken; nesnelere, nesnelerin tasnifine, vasıflandırılmasına, isimlendirilmesine çok önem vermiştir. Servet-i Fünûn’a gelindiğinde ise özellikle Fikret bunu kelimelerin ikinci, üçüncü anlam değerleri üzerinden işarete çalışmış; bu durumu daha ileriye götürerek duygu değerlerinin imgeler aracılığıyla doğrudan şiir dili üzerinden nasıl yapılması gerektiğini ortaya koymuştur.

Tevfik Fikret her şeyden evvel dünya ile intibak etmek arzusunu taşımış olan bir şairdir. Bu arzusunu gayrete dönüştürdüğü yerde ise devreye varlığı, kâinatı, eşyayı kabulleniş biçimi girmiş; bu da, yukarıda işaret çalıştığım gibi, varlığı adlandırırken kullandığı dile yansımıştır. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursam yaşadığı dünyanın nesnelerinden, eşyalarından, olaylarından hareketle kendine bir anlam alanı meydana getirememiş; yeni bir kelime dünyası içerisine girerek şair beninin dünya ile olan ilişkisine dair söylemek istediği sözü, daha derinlikli söyleyebilecek yeni malzemelere ihtiyaç duymuştur. İşte bu malzeme, şiirini inşa ettiği dilidir.

Bu durumu örneklemek için Gayyâ-yı Vücûd ve İnanmak İhtiyacı adlı metinler gösterilebilir. Bu iki şiirin ilk dizeleri bile varlık âlemi karşısında şairin tavrının ve inşa ettiği şiir dilinin sınırları hakkında muhatabında farkındalık meydana getirir. (“bazı kırlarda gezerken görülür nefretle: / bir çukur yerde birikmiş mütekeddir bir su / solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu.” Gayyâ-yı Vücûd “bütün boşluk: zemin boş, asuman boş, kalb ü vicdan boş; / tutunmak isterim, bir nokta yok piş-i hasarımda.” İnanmak İhtiyacı) Bir şairin kendini “kırlarda gezerken görülen birikmiş, mütekeddir bir su” ile özdeşleştirmesi; burada doluşmuş olan “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla” aynı anlam değeri üzerinden değerlendirmeye çalışması; ya da tutunacak tek bir noktanın dahi olmadığını düşünerek “zemin”i, “asuman”ı, “kalb u vicdan”ı yani tüm varlığı “boş”luk ve “hiç”lik ile karşılaması varlığı algılama biçiminin dilde görünür kılınması olarak değerlendirilebilir.

Esas mesele şiirle ortaya konulmaya çalışılan çabanın anlaşılmasıdır. Bu anlaşıldığı takdirde, Servet-i Fünûn neslinin ve özellikle Fikret’in şiir dili üzerinden ne yapmaya çalıştığı da anlaşılabilecektir. Kaldı ki kendindeki trajediyi şiirin sınırına yükseltme gay- retine giren bir sanatkâr için “Dili neden sade bir bi- çimde kullanmadı?” şeklindeki soru, dikkat çekmeye çalıştığımız husus açısından yerli yerinde durmaz. Bu anlamda şiire muhatap kılınanın kendi algı düzeyini yükseltmesi ve metnin anlam dünyasına dâhil olması beklenir.

Dolayısıyla dönemi ve Tevfik Fikret’in dili söz konusu olduğunda meseleyi sadece süslü bir dil kullanımı ve dilde sadeleşme açısından ele almamak gerekir. Şiiri insanın varlık âlemi karşısında bilinçli ya da bilinçsiz her türlü algısının ortaya çıktığı bir alan olarak ele aldığımızda Servet-i Fünûn dönemi, Modern Türk Şiiri’nin gelişimi açısından çok önemli bir kavşak olarak karşımızda durur. Özellikle Fikret’in şiirini bu kavşakta dilimiz açısından, Modern Türk Şiir Dili’nin oluşumu bakımından çok önemli bir evre olarak kabul etmek gerekir.

Diğer taraftan Fikret, sözü edilen gayretini şiirin maddi alanlarıyla da yoklamış olan bir şairdir. Şiirin noktalama işaretlerine varıncaya kadar tüm yapısıyla, tekniğiyle, üslubuyla ilgili yeni açılım alanları ortaya koymaya çalışmıştır. Anjambman tekniğini ilk defa kullanmış olması; Fransız şiirinden mülhemle terzarimayı, soneyi ilk kullanan şair olması; pastoral şiir adı verilen türde resim yapar gibi şiir yazması ya da tablo altı şiir geleneğinin ilk defa nitelikli bir biçimde onun tarafından örneklenmesi yukarıda izah ettiğimiz arayışının bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Fikret, trajedilerin insanıdır. Onun için sık kullanılan bir tanım cümlesiyle söylemek gerekirse “marazi hassasiyeti olan bir şair”dir. Bu marazi hassasiyete, Fikret’i olumsuzlamak için işaret etmiyorum. Marazi hassasiyet olmadan sanatkâr olunamaz. Marazi hassasiyetli olmadan derinlikli şiirler yazılamaz. Bir şairi, bir sanatkârı derinlikli alanlara taşıyan bu yönleridir. Onların kendi ruhsal tarafıyla, kendi metafizik algılarıyla, varlığı kabulleniş biçimleriyle ilgili olan bir husustur. Sanatkârları sıradan olan tüm işlerden ve “herkes”ten ayıran en temel yanlardan biri de sahip oldukları bu hassasiyettir. “Büyük şair” olarak nitelendirebileceğimiz kim varsa bu durum onların da en büyük sığınağıdır. Dolayısıyla sanatkârların bu yönünün önemsenmesi ve üzerinde düşünülmesi gerekir.

Fikret de varlık algısını kendi dil evrenini inşa ettiği şiirlerinde ortaya koymuştur. Okura düşen ise bu evreninin sınırlarına dâhil olabilmek adına bilinç geliştirmektir. Büyük şair Tevfik Fikret’i Türk Şiiri’ne derinlikli metinler kazandırdığı ve şiir dilimizin gelişmesine çok büyük katkılar sunduğu için vefatının 101. yılında bir kez daha rahmet ve minnetle anıyorum.

“Ölürse ten ölür canlar ölesi değil…”

Ekran Resmi 2016-11-08 11.24.10

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 13.sayısında yayınlanmıştır.