Ali Babür Boysal

Aslında “The Martian/Marslı”nın yakın zamanın küçük çaplı popüler edebiyat furyalarından biri olması bile Amerikan tarzı bir hikâye. Bilgisayar programcısı bir ‘nerd’ olan Andy Weir, kitabı 2009 yılında yazmaya başlamadan önce, metnin mümkün olduğunca bilimsel gerçeklere dayalı olması için yörünge mekaniği, astronomi, kimya, botanik gibi konularda araştırmalarda bulunuyor. Romanını tamamladıktan yayıncı arayışına giren Weir birçok kez reddediliyor ve sonrasında eserini periyodik şekilde kişisel web sitesinde takipçileriyle paylaşmaya karar veriyor. Okurlardan yoğun ilgi görmesi üzerine ‘The Martian’ 2012’de e-kitap formatıyla Amazon’dan satışa sunuluyor ve çok geçmeden Amazon’un en çok satanlar bilim kurgu listesine giriyor. Weir, daha sonra kitabın basılı yayın hakkını Crown Publishing’e satıyor ve ‘Marslı’, New York Times’ın en çok satanlar listesinde ilk sıraya kadar yükseliyor. Kitap ayrıca internetin en popüler okur buluşma sitelerinden Goodreads’de 2014 yılının en iyi bilim kurgu romanı seçiliyor.


Marslı
Andy Weir
Çevirmen: Emre Aygün
İthaki Yayınları

Tek başımayım ama beyin bedava!

Nihayetinde yüksek bütçeli Hollywood ‘blockbuster’ına da dönüşen romanın temel fikri sağlam ve bir o kadar da tanıdık. Hatta konu o kadar cezbedici ki, parlak bir çıkış yapmak isteyen ‘science-fiction’ yazar adaylarını “Benim niye aklıma gelmedi ki?” dedirtip hayıflandırmıştır muhtemelen. Andy Weir, Daniel Defoe’den beri (İbn-i Tufeyli de diyebilir miyiz?) neredeyse başlı başına bir anlatı formuna dönüşmüş olan ‘ıssız adada bir adam’ kalıbını, son zamanlarda ilgimizin epey arttığı milyonlarca kilometre uzaklıktaki bir gezegene uyarlıyor. Roman, gücünü bu davetkâr fikir kadar -belki de daha fazlasıyla- yazarın öyküleme tekniğinden de alıyor. Okur, astronot Mark Watney’in günbegün kaydettiği dijital günlüğe şahit olarak, milyonlarca kilometre ötede radyoaktif bir çölde mahsur kalan ölümlünün kaygılarıyla doğrudan ilişkiye geçiyor. 500 Mars günü (SOL) boyunca tuttuğu günlüğünü zihnimizde kolaylıkla görselleştirebildiğimiz Watney, realist bir süper kahraman. ‘Kızıl Gezegen’de tek başına kalınca, “Allah’ım neydi günahım?” deyip kendini Mars toprağında yetiştirdiği üzümden damıttığı boğma rakıya verip efkârlanacağına, daha rasyonel davranıyor ve mecburi gurbetten memleketine dönmek için insanüstü bir çaba sarf ediyor. Bay Watney, dışkısıyla gübrelediği toprakta patates üretip hayatta kalmaya çalışacak kadar azimli, ölümcül nükleer atığı dondurucu Mars atmosferinde ısınmak için kullanacak derecede yaratıcı, uzun yıllar önce ‘pili bitmiş’ keşif aracı Pathfinder’ı bulup dünyayla iletişime geçecek kertede de pratik zekâya sahip.

Romana yönelik en büyük eleştirilerden biri tekinsiz gezegende tek başına kalan bir insanın kaçınılmaz ruhsal yıkımını, depresif çözülmesini görmezden gelmesi ve tamamen arka plana atması. Weir bu yöndeki soruyu da bir röportajında şöyle cevaplamış: “Anlatmak istediğim öykü bu değildi. Böylece Mark’ın çoğu insandan daha sağlam yapılı olmasına karar verdim. Neticede Mark, insanlı bir Mars görevine seçilmiş biri, yani sokaktaki herhangi biri değil. O konum için onbinlerce diğer adayı geride bırakmış biri.” Weir’in inşa ettiği öykü, ana karakterin maharetlerine öyle odaklı ki, çalışkan NASA astronotunun geçmişine ve iç dünyasına dair dişe dokunur herhangi bir somut malumat dahi vermiyor. Başına irili ufaklı onca olmadık şey gelmesine rağmen kolay pes etmeyen, ‘humor’ duygusu gelişmiş, yılmaz bir survivor kahramanı görüyoruz Watney’in personasında. Metin ilerledikçe, yazarın bu tercihinin varmak istediği nihai etki için isabetli olduğu da ortaya çıkıyor; astronot Watney’in gayretkeş kişiliği romanın motoru oluyor. Andy Weir biraz da ‘Hollywoodvari’ bir ifadeyle söyleyecek olursak belki şunu da diyor kitabın satır aralarında: “Hey dostum! Benim sana anlatacağım hikâye Mars’tan kurtulmaya çalışan becerikli bir Robinson Cruseo’nun başından geçenler. Eline bir kahve al, arkana yaslan ve keyfini çıkar!” Weir, kendi ‘Robinson’u Mark Watney’in altyapısı telkâri ustası sabrıyla işlenmiş mücadelesini, insan iradesinin sorun çözme biçiminin, bilimin, teknolojinin (ve de Amerikan tarzı mizahın) övgüsüne ve yüceltmesine dönüştürüyor.

Her ne kadar romanın başarısının temelinde parlak bir fikir ve öyküleme becerisi olsa da, bu rağbete son yıllarda uzay araştırmalarının Mars’a yoğunlaşmasının katkısını da not etmek gerek. Gezegene peşpeşe gönderilen keşif araçlarından gelen bilgilerin dönem dönem dünya kamuoyunda oluşturduğu küçük çaplı heyecan fırtınaları (ki geçen ay gezegenden gelen fotoğrafların birinde ölü kertenkele fosili gördüğünü iddia eden kaşifler bile olmuştu), NASA’nın kamuoyu ilgisini yüksek tutmak için sık sık yaptığı basın açıklamaları, hatta Kızıl Gezegen’e ilk insanlı yolculuğu gerçekleştirmek amacıyla organize edilen ve tamamen özel bir girişim olan sansasyonel ‘Mars One’ misyonu vb. Mars ‘kült’ünü besleyen gelişmeler, daha pek çok kurguya ilham vermeye devam edecek gibi görünüyor.

Hızlandırılmış MacGyver draması

‘The Martian’ın dünya çapında ilgi görmesinden sonra kaçınılmaz olan gerçekleşti ve kitabın film haklarını satın alan Fox stüdyoları projeye el attı. Ortaya çıkan film ise kitabın ışıltısını yansıtıyor mu, tartışmalı. ‘Marslı’, nihayetinde bir edebiyat şaheseri olmasa bile zekice yazılmış bir ‘fiction’ olarak daha hacimli bir film (belki de bir HBO dizisi?) uyarlamasını hak ediyordu. Projenin içinde Alien (1978), Blade Runner (1982) gibi bilimkurgu türünde çığır açmış filmlerin kalburüstü yönetmeni Ridley Scott olsa da, beyazperdede seyrettiğimiz iş hem kitabın yetkinliğinden, hem de Scott’ın kalibresinden epey uzak. Filmin bütün o dev bütçeli uzay macerası hallerinin, Ridley Scott’un ‘auteur’ yönetmenlikten ‘yüksek film mühendisliği’ne evrilen sinematografik anlayışından çok, paradoksal şekilde bizatihi kitabın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. ‘Marslı’yı okuyanda ilk anda oluşan ‘tam filmlik bir serüven’ duygusunun, 141 dakikalık seyirlik versiyonu bitince aslında yanıltıcı olduğu kanaatine ulaşmak zor değil. Weir’in metninde deyimin tam anlamıyla ‘ilmek ilmek’ işlenen ritim duygusu ve bununla paralel ilerleyen noksansız kurgu, beyazperdede Mars yüzeyine bırakılan bir bardak su hızıyla yok oluyor. Astronot Watney’in gezegende kaldığı uzun zaman diliminde bilimsel ve pratik bilgileri, karşılaştığı sorunlara dirayetiyle uyguladığı birçok kritik an, filmde kendine yer bulamıyor. Okur olarak gün gün (ya da teknik Mars günü ifadesiyle ‘Sol Sol’) şahit olduğumuz Mark Watney’in olağanüstü mücadelesi, seyirci tanıklığında ise hızlandırılmış ‘MacGyver draması’na dönüşüyordu.

Sonuçta yapımcı-yönetmen-senarist aklı; botanik, fizik, kimya, astronomi bilimlerinin insan zekâsıyla birleşip zafere doğru ilerlediği mimarisi göz alıcı bir anlatıyı, NASA sponsorluğunda (Öyle ki NASA, film gösterime girdikten sonra hikâyenin Mars yüzeyinde geçtiği muhtemel yerlerin koordinatlarını bile yayınlamıştı) gösterişli bir ‘Amerikan pastası’ olarak sunuyor seyirciye. ‘The Martian’ın film halinden elimizde kalansa, ait olduğu janrda fazlaca iz bırakmayan iki saatlik vasat bir fragman oluyor… En azından “Marslı 2”nin çekilemeyecek olmasıyla teselli bulabiliriz. Tabii yapımcılar, yüzlerini güldüren gişe rakamlarına bakıp bir çılgınlık yapmazsa! 

Arka Kapak dergisi 2. sayı