Volkan Alıcı

Polisiye roman sadece dünyada değil Türkiye’de de tarihi hayli eskilere dayanan bir tür olmasına karşın üzerinde yeterinde düşünülen, araştırma yapılan bir alan olmadı. Dahası hafife alındı, bu türe ait kitapların edebi bir değeri olmadığı yargısı çeşitli edebiyat çevrelerince sıkça dillendirildi; polisiye roman yazarı birçok değerli isme ve onların son derece önemli yapıtlarına rağmen popüler roman kategorisine indirgenmekten kendini kurtaramadı.

Peki bu yargılar ne derecede doğru? “İyi polisiye aynı zamanda iyi edebiyat” olabilir mi? Tüm bunları konunun Türkiye’deki en yetkin ismiyle konuşalım istedik, Erol Üyepazarcı’yla… Yarım asırdır polisiye okuyan, koleksiyonunu yapan, bununla yetinmeyip, “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! – Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Öyküsü (1881-2006)” adında iki ciltlik bir kitap da yazan bir “polisiye çokseveri” Üyepazarcı. Söyleşinin bu bölümünde polisiye romanın “ne” olduğunu, bir romanın polisiye olabilmesi için hangi öğeleri barındırması gerektiğini, polisiyedeki ekolleri konuştuk. Söyleşimizin ikinci bölümünde ise konumuz, Türkiye’de polisiye olacak.

Önce, polisiye romanın tanımıyla başlayalım isterseniz; kapsamını ve sınırlarını çizelim. Bir romanı polisiye yapan özellikler nelerdir?
Polisiye roman denildiği zaman insanların kafalarında beliren bir şablon var: Bir cinayet işlenir, cinayeti kimin işlediği belli değildir, bir dedektif onu ortaya çıkarır. Bu, aslında Minâ Urgan’ın tanımıdır. İngiliz edebiyatını incelediği kitabında Sir Arthur Conan Doyle’u, polisiye yazıyor diye edebiyatçı saymaz. Daha sonra Minâ Hanım’la tanıştık, bu konuyu da tartıştık, ama onu ikna edebildim mi bilemiyorum.

Kitabımı yazarken birçok arkadaşıma, “Polisiye romandan ne anlıyorsun?” diye sorduğumda, aşağı yukarı Minâ Hanım’ın bu tarifini verdiler. Halbuki yanlış bir tanımdır bu. Bir romanın polisiye olması için ille de cinayet işlenmesi gerekir, diye bir şart yoktur. Örneğin polisiye romanın en büyük figürlerinden Sherlock Holmes’un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle elli altı uzun öykü, dört tane de roman yazmıştır. Bu elli altı öykünün kırk bir tanesinde cinayet yoktur. Türkiye’de ilk çevrilmiş Sherlock Holmes öyküsü, “Dilenci” dir. Bu öyküde suç, Londra’nın işlek bir caddesinde dilencilik yapıp iyi para kazanan birinin ailesine tüccar olduğunu söylemesi gibi masum bir yalandır; bu öyküde de cinayet yoktur.

Polisiye romanların yüzde doksanında cinayet vardır, ama cinayet tayin edici faktör değildir. Bir başka örnek, Fransızların meşhur Arsen Lupen’i… O da polisiye tarihinin önemli figürlerinden biridir ve pek çok öyküsünde cinayet yoktur. Bizde ise Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla Cingöz Recai serisi vardır, Türk roman tarihinin en önemli kahramanlarından biridir. Cingöz Recai romanlarının pek çoğunda da cinayet söz konusu değildir.

Hâkim algıdaki bir başka öğe olan dedektif de olmazsa olmazı değildir polisiye romanın. Örneğin Agatha Christie’nin On Küçük Zenci’sinde dedektif yoktur, olayların gelişmesiyle muamma çözülür. Zaten suçlu, dedektif ve kurban üçlemesi polisiyede sabit unsurlar değildir; göreceli olarak bunlar değişebilir. Çok önemli bir polisiye roman yazarı olan Sebastien Japrisot’un Öldüren Yaz kitabında çok ilginç bir hikâye anlatılır. Romanın kahramanı, yapılan toplu tecavüz sonunda hamile kalan bir kadının kızıdır. Yıllar sonra bu tecavüzün suçlularını araştırmaya başlar; araştırmanın sonunda hepsinin öldüğünü öğrenir, bunun üzerine suçlulardan birinin oğluyla evlenip ona dünyayı zehir ederek intikamını alır. Suçlu önce dedektif olmuş, suçluları bulmuş, sonunda da suçsuz birini cezalandırarak suçlu konumuna düşmüştür. Klasik polisiyede bunlar daha net çizgilerle ayrılmıştır, ama polisiyeyi bir bütün olarak ele alırsak hiçbir zaman kalıplaşmış biçimlere rastlayamayız. Tüm bu örneklerden sonra yanıta gelirsek… Bir eserin polisiye roman olması için olmazsa olmaz iki unsur vardır: suç ve muamma. Yani suç işlenmemiş bir roman polisiye kategorisine girmez. Fakat söylediğim gibi, suçun ille de cinayet olması gerekmiyor. Suçla beraber de muamma yani gizem olacak; bu gizem de suça bağlı olacak ve bu öğeler kurguda başat unsur olacak. Bu eser polisiye roman diye tanımlanabilir.

Pek çok eserde polisiye kurgu vardır, ama onlara polisiye roman diyemezsiniz. Örneğin Victor Hugo’nun Sefiller’i. Orda Jean Valjean diye bir “suçlu”, bir de onu takip eden Javert adında bir polis şefi vardır. Burada polisiye kurgu var, dedektif var; ama polisiye roman değil. Çünkü Victor Hugo, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız toplumunu pek çok yan kahramanı da olay örgüsüne katarak inceler. Olayı o kadar geniş bir kapsam içinde ele almıştır ki buna polisiye roman demek doğru olmaz. Yani başat öğe değildir suç ve muamma; onun yanında toplumsal pek çok öğeyi sokmuştur ve toplumun resmini çizmiştir. Kısacası, muamma içeren suçun anlatıldığı kitaplar polisiyedir.

Peki, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i, Shakespeare’in Hamlet’i gibi pek çok klasik, kimi eleştirmenlerce polisiye roman kategorisine de sokuluyor. Buna ne diyorsunuz?
Kitabımın yayınlandığı günlerde, bir televizyon kanalından röportaj için genç bir kızımız geldi. “En sevdiğiniz polisiye roman hangisi?” diye sordu. “Karamazov Kardeşler” dedim. Kız bir duraladı. “Niye duraladın kızım?” dedim. “Efendim, Karamazov Kardeşler hiç polisiye roman olur mu?” dedi. “Okudun mu?” dedim, “Okumadım ama duydum, çok önemli bir esermiş” dedi. “Polisiye romanlar önemsiz mi olacak!” dedim ben de. Sonra romanın hikâyesini anlattım. Benim verdiğim tanımdan bakarsanız, bu eser polisiye tanımına girer. Suç var, muamma var. Polisiye roman ille de popüler roman kapsamına mı sokulmalı! Büyük yığına hitap eden, edebi değeri olmayan polisiye romana binlerce örnek var, tamam. Fakat bunun tersine, iyi polisiyeler de var. Ama, “Bunlar polisiye değil, iyi edebiyat eserleri” demek de yanlış.

Bu, biraz da polisiyeye edebi bir tür olarak bakmak yerine, hoşça vakit geçirmeye yarayacak eğlence aracı diye bakmanın sonucu sanırım. Bu yaklaşımın nedenleri neler?
Bir nedeni, polisiye roman üzerine düşünmemek. Özellikle de Türkiye’de böyle bu. Batı’da ise böyle değil. Örneğin Avrupa’nın en büyük polisiye roman yazarlarından biri olan Georges Simenon için Belçika’da Liége Üniversitesi’nde özel kürsü vardır, o kürsünün yardımıyla her sene beş-altı kişi Simenon’un eserleri üzerine doktora yapar. Bizde ise bakış açısı ancak 2000’lerden sonra değişmeye başladı. Ama ondan önce Türkiye’de, dediğiniz gibi, eğlencelik bir tür kabul ediliyordu polisiye roman. Şunun altını çizmek gerekir: İyi edebiyat vardır, tür yoktur. İyi edebiyat da enderdir. Her sokak başında rastlanabilecek bir şey değildir. Ama iyi edebiyatın içinde polisiye romanlar da vardır. İyi polisiye roman için, “Bu polisiyedir, onu iyi edebiyattan saymayız” demek abes olur.

Ünlü bir yazarımız bir keresinde Georges Simenon’un bir kitabının eleştirisini yapmıştı. Demişti ki, “Simenon’a polisiye roman yazarı demek ayıp olur, o edebiyatçıdır.” Polisiyeyi popüler roman örnekleri içine sokarsanız ve türün iyi örneklerini de dışlarsanız, polisiye romanın niteliği üzerinde biraz kafa yormazsanız böyle peşin hükümler verebilirsiniz. Türkiye’de de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak moda. Batı’da ise türe yönelik önemli incelemeler yayımlanmıştır. Ernest Mandel’in Hoş Cinayet kitabı önemli bir örnektir; geleneksel edebiyat eleştirmenlerinin dışında, edebiyatçı olmayan bir entelektüelin polisiye romanı derinlikli ve çok yönlü incelediği önemli bir yapıttır bu. Bu kitapta ve konuya dair yapılan diğer incelemelerde, polisiyeyi popüler roman sınıfına sokup dışlamanın yanlış olduğu ikna edici şekilde anlatılır.

Polisiye roman ağırlıklı olarak suç ve ceza kavramları üzerinde yoğunlaştığından, yalnızca bu kavramlarla sınırlı bir bakış açısı, insanı ve toplumu çözümlerken yazarı sınırlamıyor mu?
Sorunuzu, polisiye ekollerini anlatarak yanıtlayayım, buradan çözüme ulaşalım… Polisiyede ilk olarak romantik ekol var. Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri’nden başlayıp 1. Dünya Savaşı’na kadar giden bir ekol bu. Sherlock Holmes’ler ve Arsen Lüpen’ler de dahildir bu ekole. Ondan sonra özellikle İngiltere’de, “Katil kim?” polisiyesi denilen bir ekol gelişiyor. Bu polisiyede bir suç var, muamma var ve muammanın tamamen mantığa dayanan bir çözümü var. Suç da genellikle cinayet oluyor. Yığının okuduğu da genellikle bu tip polisiye romanlar. Fakat böyle söylüyorum diye bu polisiye romanları küçümsediğim düşünülmesin. Örneğin Agatha Christie’de kurgu müthiştir. Kemal Tahir, yeni bir roman yazmadan önce, kurgu kafasında iyi gelişsin diye sekiz-on tane Agatha Christie kitabı okuduğundan söz eder. İnanılmaz bir yazardır Agatha Christie.

Zaten kadınların edebi türler içinde en başarılı olduğu tür polisiye romanlardır; ayrıntıya erkeklere göre daha çok düşkün oldukları için hiçbir yerde polisiye romanda oldukları kadar başarılı olmamışlardır. Özellikle klasik polisiye romanda da ayrıntı çok önemlidir. Bu ekolde toplumsal bir sorun yoktur; kişiler vardır ve bir muammanın çözülmesi hedeflenir. Başarılı klasik polisiye roman yazarının eserinde hiç ummadığınız kişi katil olur. Size bir sürü ipucu verir yazar, bir sürü katil adayı vardır ve en sonunda düğümü çok mantıklı biçimde çözer. Yani burada ana amaç, okuyucunun ilgisini çekmek, ona çeşitli seçenekler sunmak ve hiç beklemediği seçeneği kitabın sonunda göstermektir.

Kuşkusuz, bundan toplumsal bir işlev bekleyemezsiniz. Okuyucunun merakını gıdıklayan, kitabı ilk sayfadan son sayfaya kadar elinden bırakmadan okutan bir ekoldür bu. Bundan sonra, 1920’lerde Amerika’da çıkan Black Mask dergisinde Dashiell Hammett, Raymond Chandler ve arkadaşları, Kara Roman ekolünü yaratıp, suç ve muammanın yanına felsefi boyutlar getirmişlerdir: Suç nedir? Suçlu nedir? Toplumla suçlunun arasındaki ilişkiler nelerdir? Suçlu dediğimiz kişi gerçekten suçlu mudur yoksa onu suça iten toplumsal faktörler mi vardır? Bu soruların yanıtlarını aramışlardır. İşte, Dashiell Hammett ve arkadaşları, suç ve muammanın yanına üçüncü bir başat öğeyi katarlar; insan ve toplum psikolojisine eğilirler. Bu katkı, Agatha Christie ve arkadaşlarının takip ettiği çizgiden çok daha fazla edebi bir lezzet verir eserlere. İyi edebiyat dediğim polisiye romanlar da genelde Kara Roman türünden çıkar. İki dünya savaşı arasında Amerikan edebiyatında Hemingway ve Fitzgerald vardır, bir de Dashiell Hammett… Bana sorarsanız, Hammett ikisinden de daha iyidir. Dashiell Hammett uzun betimlemeler yapmaz, konuşmalar aracılığıyla karakterleri betimler. Halis edebiyatçıdır.

Özetlersek, iki ana ekol var. Biri, muammanın çözülmesini öne alan, toplumsal ve psikolojik sorunlara girmeyen, “Katil kim?” polisiyesi diye de tanımlanan klasik polisiye ekolü… Diğeri de, suçu analiz eden, suç-toplum bağına yönelen, sorusunu buradan soran ekol… Sözgelimi Agatha Christie romanlarında suçlular kötü adamlardır, onların iyi tarafını göremezsiniz; size iyi görünürler ama sonunda onların kötü olduğunu anlarsınız. Hammett ve diğer Kara Roman yazarlarında, dahası Simenon ve benzerlerinde böyle değildir. Simenon’un bir farkı, hem “Katil kim?” polisiyesi hem de Kara Roman yazmasıdır. Onun “Katil kim?” polisiyesi içine giren Komiser Maigret hikâyeleri de aslında “Katil kim?” polisiyelerinin içine toplumsal ve psikolojik öğeleri sokmuştur.

Sözün kısası, sözünü ettiğiniz polisiye roman özellikleri tematik bir daralma yaratmıyor bence. Hatta tam aksine… Suç toplumun DNA’sında olan bir öğe. Toplumu incelemek için suçu incelemek gerek.

Dünya polisiye edebiyatında “halis edebiyatçı” olduğunu düşündüğünüz diğer isimler hangileri?
Çok önemli polisiye roman yazarları vardır. Friedrich Dürrenmatt, Graham Greene, Henning Mankell, Patricia Highsmith, Georges Simenon aklıma ilk gelen isimler. Hatta hiçbir konuda anlaşamayan, dünya görüşleri iki zıt yazar, André Gide ile Francois Mauriac, tek bir konuda anlaşıyorlar: ‘Georges Simenon Fransızca yazan en iyi romancıdır.’ Simenon’un polisiyeye çok önemli katkıları vardır; örneğin, romanda muamma ille de çözülecek diye bir şey yoktur, der.

Komiser Maigret öyküleri dışındaki öykülerde muammanın çözümünü okuyucuya bırakır. Andre Gide, Simenon için, “Novellaların Balzac’ı” der. Maalesef en önemli kitapları Türkçeye çevrilmemiştir. (Devam edecek)

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 23.sayısında yayınlanmıştır.