Mehmed Ali Çalışkan

Borges’in şiirlerinin, hikâyelerinin ve yazılarının bize dokunaklı gelmesinin sebebi belki de her birimizin bilinçaltındaki kabuk bağlamış ve hâlâ açık olan yaraları bilip de bunları kanatmasıdır. Bundan 800 yıl önce Endülüs’ün masal gibi ikliminde Aristoteles’e yazdığı şerhler veya Gazzali’ye yazdığı reddiyeler ile felsefeye yön verecek güçte bir adamdan dokunaklı bir hikâyeyi Borges’ten başka kim çıkarabilirdi?

İbn-i Rüşd ve sonra Batıda bilinen adıyla Averroes’dan bahsediyoruz. İspanyol toprağının o uçsuz bucaksız varoluşunda, Borges’in üzerinde az ama öz bir zenginlikle yayılmış, öncesiz ve sonrasız bir varoluş olarak nitelediği bu iklimde, muhteşem Endülüs’ün ruhunu inşa eden çok sayıda büyük insandan biri Averroes. Belki de toprağın verdiği o kadim aşinalık hissiyle biz hep buradaydık ve hep var olacağız diyen; güneşin yakıcı ışığı altında ince ve tatlı rüzgarlarda sallanan yeşil yaprakları ile küçük turuncu meyveleri birer gündüz kandili gibi “an”a sunan o narenciye ağaçlarının gölgelerinde yürüyen Endülüslü filozofların âlemin ezeli olduğunu düşünmekten başka çareleri yoktu. Öyle ya, dünyanın bu süslü, bu baştan çıkarıcı dişilliğini bir kere gören, onun olmadığı bir anı tahayyül edebilir miydi?

Ama hikâyemizin trajedisi de burada değil, komedisi de. Endülüs baştan sona insana sunduğu tüm o zevk ile birlikte elbette büyük bir trajediyi anlatan hikâyedir de, ama Borges kendi hikâyesinde büyük trajedi içinde başka küçük bir trajedi yakalamış olacak ki, bizi Averroes’un Aristoteles’i şerh ederken takıldığı iki kelimeye götürür. Tragedya ve Komedya. Her ikisi de bugün bize modern tiyatroyu hediye eden iki tür Yunan oyun sanatı. Politik ve etik açısından Yunan filozofların da önemsediği oyun, bu bağlamıyla felsefî metinlerde bolca geçiyor. Ne var ki bu felsefî metinleri İslamî hayat görüşü içerisinde yeniden yorumlayan Arap meşşai filozoflarının kültür dünyasında tragedya ve komedya’ya anlam verebilecek bir alan, bir boşluk bulunmuyordu.

Borges’in bir Endülüs akşamı sohbetini anlatan ve kahramanlarının İslam düşünce geleneğinin çeşitli bakış açılarını yansıtmak üzere sofraya oturtulduğu belli olan bu öyküsü, bir dilin evreninde hayat bulan bir anlamı ikinci bir dilin evreninde tekrar yaratmanın acısını anlatmaya çalışır. Yunan oyunu eğer salt bir oyun gibi düşünülürse, az evvel birbirinin sırtına çıkıp minareden ezan okur gibi eğlenen çocukların oyunundan başka karşılık bulamayacaktır. O halde, Yunanlı yetişkinleri çocukların dünyasına sıkışmış oyundan elitlerin önüne kurulan sahnelere taşıyan sebep nedir ki? Eğer salt eğlence olsaydı Aristoteles’in kitabında ne işi vardı? Nitekim Borges’in Averroes’u az evvel sokakta şahit olduğu çocuk oyununu bu kelimelere karşılık üretmek için kullanmayacak kadar zeki, ama ne kadar zeki olsa da, bir başka kültürün ürününü kendi kültürüne taşıyamayacak kadar da çaresiz. O yüzden tüm eksik bağlamıyla sonunda kaside’yi tragedyataşlama’yı ise komedya için bir karşılık olarak kullanacaktır.

Ne var ki, hikâyenin dokunaklı kısmı iki farklı kültürün, iki farklı dilin birbirine karşı yarattıkları yalnızlık değildir aslında. Nitekim Borges burada takılmayacak kadar büyük bir yazardır; aynada yüzünü göremeyen Averroes imgesini kullanır ve bizi daha derin bir yalnızlığa götürür. Elbette bu aynadaki kayıp yüz, öncelikle tarihin bize aktardığı Averroes’un eksik oluşuna gönderme yapar, ama alt metinde ve birazdan hikâyeye kendi sesiyle giren Borges’in itirafıyla, aslında insan bireyinin kendi zihninde kurduğu dünya ile baş başa olduğuna dair o elem verici yalnızlığı keşfederiz. Kimse kimseyi aslında anlayamaz, aynı literal dili konuşsak da kelimeler her bir zihinde ayrı bir hikâyenin ayrı kahramanıdır. Bu yüzden de insan Endülüs’ün sıcak topraklarına yayılmış portakal ağaçları gibi ezeli ve edebi bir yalnızlığı paylaşıyor ve bu yalnızlığın evreninde trajikomik ve nihayetsiz bir çabayla bir diğerine kendini anlatmaya çalışıyor.

Borges’in itirafı demiştik; kendi dilinde ve kendi zamanında yaşayanların dahi belki anlayamadığı bir adamı, 800 yıl sonra başka bir kültürden bakarak anladığını sanarak ona yönelttiği o hadsiz yargılayıcı tavırda kendisini suçüstü yakalar Borges, belki de bu tavır Averroes’un tragedyasının yanında Borges’in komedyasıdır. Belki de Borges’in bir diğer büyüklüğü de bize bu komedyayı kendi üzerinden gösterebilmesidir.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 31.sayısında yayınlanmıştır.