Barış Saydam

Amerikalı sinema eleştirmenlerinin Hollywood’un altın yıllarının vazgeçilmez yıldızlarından Greta Garbo için sıklıkla dile getirdikleri bir ifade vardır; “Filmlerden Garbo’yu çıkarın, geriye hiçbir şey kalmaz,” derler. Oysa İsveç doğumlu Garbo 1925’te Amerika’ya giderek MGM ile kontrat yapmış, 1939’da da sinemayı bıraktığını açıklamıştır. Kısa kariyerine otuz iki film sığdıran oyuncuyu bu kadar özel ve vazgeçilmez kılan nedir? Oyunculuk yeteneği midir, oynadığı filmlerde hayat verdiği karakterler midir, dönemin Amerikalı yıldızlarından farklı olan kendine has güzelliği midir, yoksa gösterişli ve hızlı yaşamı mıdır? Sanıyorum bunların hepsi Garbo efsanesinin oluşmasında aynı derecede etkilidir. Garbo yıldız sisteminin ilk başarı hikâyelerinden biridir. Genç aktrisler için bir rol model, stüdyolar içinse formüllerinin başarıya ulaştığının bir kanıtı gibidir.

Yıldız sistemi, Amerika’daki stüdyo sisteminin beraberinde getirdiği olgulardan biridir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla artan büyük prodüksiyonlu yapımlarla birlikte sinema endüstrisi de büyümeye başlar. Maliyeti büyüyen filmlerin pazarlanması ve mevcut hedef kitlenin genişletilmesi için filmin tek başına meta olmasının yanı sıra, stüdyolar filmlerde yer alan oyuncuları da pazarlanabilir birer ürün haline dönüştürür. Pazarlama stratejisinin bir sonucu olarak da yıldız sistemi ortaya çıkar. Klasik tür filmlerinde yer alan yıldız oyuncular, böylece seyircilerin gündelik yaşamlarında yapamadıklarını onlar adına gerçekleştirir. Perdede seyircilerin olmadıkları kadar güzel/yakışıklı jönler ve jöndamlar, yerine göre hanımefendi/beyefendi, seksi, cesur ya da fedakâr rollere bürünerek seyircinin duygularının tatminini sağlarlar. Her stüdyo kendi bakış açısı doğrultusunda yıldızların ünlü olmadan önceki hayatlarını hikâye ederek yeniden kurgular. Yıldızlar, güzellik ve başarılarının yanı sıra halk için örnek gösterilebilecek birer “başarı öyküsü”ne dönüştürülürler.

Türkiye’de Yeşilçam’ın altın yıllarını yaşadığı 1960’ların başlarında ortaya çıkan Türkan Şoray’ın Fatih’te oturan sıradan bir kızdan Sultan’a dönüşme hikâyesi de yıldız sistemi içerisinde ortaya çıkan başarı öykülerinden biridir. 1960 yılında rastlantı sonucu gittiği sette keşfedilen ve sinemacılığa başlayan Şoray, sonrasında dönemin pek çok önemli dergisinin “kapak güzeli” olur. Kariyerinde Acı Hayat (1962), Çalıkuşu (1966), Vesikalı Yarim (1968), Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) ve Dila Hanım (1977) gibi pek çok önemli filmde rol alır. Hayatını anlattığı kitabında, Yeşilçam’da film çekmeye başladıkça kendisini tanımaya başladığından, fiziğini, gücünü, sinemada neler yapabileceğini fark ettikten sonra kendine olan güveninin da arttığından söz eder. Bir süre sonra artık Fatih’te Mehmet Dede sokakta elinde okul çantasıyla yere bakarak mahcup yürüyen kız gitmiş, yerine ışıkların altında, kalabalık içinde, insanların odak noktası olmuş, dikkatleri çeken, sinemada çok başarılı olma hayalleri, hedefleri olan bir genç kız gelmiştir. Bu kızı değiştiren şey ise Yeşilçam’dır.1

Yıldız sistemi içerisinde yaratılan yıldız ile halk arasında bıçak sırtı bir ilişki vardır. Serpil Kırel’in tabiriyle, yıldız bir yandan halkın özeneceği parıltılı bir hayat sürerken öte yandan da halktan çok fazla uzaklaşmamalı, onun gelenek ve değer yargılarıyla da paralel ilerlemelidir. Yani yıldızlar hem gökyüzünde yalnız gezmeli hem de seyircisine çok yakın durabilme, onlardan biri olduğunu hatırlatabilme becerisine sahip olabilmelidirler.2 Halka yakın olabildikleri ölçüde büyüklükleri de sürekli artar. Bu şekilde yıldızlar seyirci nezdinde bir tür dokunulmazlık zırhına bürünürler. Seyirciler sık sık gayriihtiyari olarak yıldızlara “Kral” ya da “Sultan” gibi sıfatlar takarak, onların ulaşılmazlığını da bu şekilde dillendirmiş olurlar.

Türkan Şoray’ın büyük bir yıldız olmasında, seyircilerin ona “Sultan” lakabını layık görmesinde oyuncunun seyirci ile kurduğu bağ önemlidir. Şoray kariyerinin başında bunun farkına varmıştır. Oyunculuğa başladığı ilk filmlerde öpüşen, yarı çıplak pozlar veren Şoray zamanla bu tür şeylerin seyirci ile olan bağını zayıflattığını görür ve film çekerken bazı şartları olması gerektiğini fark eder. Bunu şu şekilde ifade eder: “Sevgi ifadesi olan öpüşme seyirci tarafından belki de doğal ve hoş karşılanabilirdi; bu riski göze alamadım. Bir tek seyircimin bile, içinden de olsa hoşnutsuz olabileceği düşüncesini beynimden atamadım. Ülkemin ortak değerlerine, örf, adet ve geleneklerine bağlı olarak büyüdüğüm için seyircimi çok iyi anlıyordum. Koşullanmam yıllarca sürdü, bunu biliyor ve kabulleniyorum.”3

1960’lı yılların ortasında Türkan Şoray mevcut bakış açısı ve seyircisiyle kurduğu özel ilişki üzerine Türk sinemasında ilk defa ortaya çıkan bir şeye imza atar. On sekiz maddeden oluşan bir sözleşme taslağı hazırlayarak, bundan sonra kendisiyle çalışmak isteyen prodüktörlerin bu maddelere uymalarını zorunlu kılar. Daha sonraları ismi “Türkan Şoray Kanunları” olarak da anılacak sözleşme maddeleri içerisinde; filmin yönetmeni ve başroldeki erkek oyuncuyu Türkan Şoray’ın onaylaması şartı, oyuncunun isminin jenerik, afiş, ilân ve sinema fenerlerinde başta ve tek olarak yazılması, filmlerde öpüşme ve açık sahnelerin olmaması, oyuncunun İstanbul dışındaki çekimlere katılmaması, çalışma saatlerinin 08.00-19.00 arasında olması, Pazar günleri çalışılmaması gibi maddeler bulunur.

Bir oyuncuyu yıldız statüsüne yükselten sistem, 1960’larda Amerikan stüdyo sisteminin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan durumda görüldüğü gibi stüdyoların üzerine çıkar ve onları yönlendirmeye başlar. Önce prodüktörler toplanarak durumu protesto eder, Şoray’a bir daha iş vermeyeceklerini açıklarlar ama kısa süre sonra yeniden Şoray’ın evinde sıraya girerler. Böylece Şoray sonraları bir efsaneye dönüşecek kendi kanunlarını tüm sektöre kabul ettirmiş olur. Bunun nedeni belki de yazının başında Garbo için alıntıladığımız sözün bir benzerinin Şoray ve Yeşilçam denklemi için de geçerli olmasıdır. Şoray’ı çıkardığımızda Yeşilçam’dan geriye ne kalır? 

1.Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, s. 59-60.

2.Serpil Kırel, Yeşilçam Öykü Sineması, İstanbul: Babil Yayınları, 2005, s. 75.

3.Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, s. 68.

Arka Kapak dergisi 33. sayı