Ekrem Sakar

Övgü ya da sövgü amacıyla değil, anlamak ve kavramak gayesiyle İslâmiyet’in Türklere ne kazandırdığı/kaybettirdiği ve Türklerin İslâmiyet’e ne denli katkıda bulundukları hakkında tarihsel bir okuma yapmak niyeti taşıyorsak, öncelikle Türk Müslümanlığı olgusunu idrak etmek gerekir. Bunun nasıl, niçin, ne zaman ve nerede teşekkül ettiği konusunda genel bir bilgi edinmek adına Sönmez Kutlu’nun Türkler ve İslâm Tasavvuru adlı çalışması, bu konuda başvurabileceğimiz kaynaklardan biri.

Kitabın birinci bölümü Türklerde İslâm öncesi toplumsal ve dinî hayata kısa bir bakış içeriyor. Tarih boyunca Budizm, Maniheizm, Zerdüştîlik, Taoizm, Konfüçyanizm, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi çeşitli dinî tecrübelerin etkisinde kalan Türklerin, çoğunluk itibariyle İslâm’da karar kıldıkları ifade edilir. Elbette bunda Türkler tarih sahnesine çıktıkları ilk dönemden itibaren semâvî dinlerin tek tanrı anlayışına yakın özelliklere sahip bir tanrı anlayışına erişmiş bulunmasının rolü yadsınamaz; ancak İslâm’a girmek nihayetinde bir din ve medeniyet değiştirmek anlamına geldiği için Türklerin İslâmlaşma süreci bir ânda gerçekleşen basit bir hadise olmayıp siyasî, iktisadî, kültürel ve toplumsal pek çok yönü olan; bunun yanı sıra uzun bir süreçte ve geniş bir coğrafyada cereyan eden karmaşık bir hadisedir. Öyle yahut böyle Müslüman olan Türkler toplu ihtidalar ile İslâm’a hizmet dönemine girmişler, bu hizmeti de bilhassa alperenlikten gaziliğe geçiş şeklinde tarif edebileceğimiz kılıç gücüyle ifa etmişlerdir. Haçlılara karşı mücadeleleri, Anadolu ve Balkanlar’ın İslâmlaşması hep Türkler eliyle olmuş, Selçuklu ve Osmanlı dışındaki Türk ve Müslüman olan devletler de dünyanın geniş coğrafyalarında inançlarını yaymışlardır. İslâmiyet’in Türkler eliyle nasıl hızlıca yayıldığını anlamak için Türklerin İslâmiyet’i nasıl anladıklarını, ne şekilde yorumladıklarını ve ortaya nasıl bir Türk Müslümanlığı sundukları bu bölümde kısaca incelenmektedir.

Kitabın ikinci bölümü hanefilik üzerinedir ve bu mezhep Türklerde dindarlığın pratik boyutu olarak tanımlanır. Ebu Hanife’nin diğer mezheplere kıyasen daha müsamahakâr, akılcı ve insan merkezli din anlayışı Türkler arasında neşv ü nema bulmuştur. Bittabi bu sadece hanefî-matürîdî gelenekte ilim ve gazanın birbirini tamamlayan unsurlar olmasıyla izah edilemez. Türk devletlerinin idarecilerinin halkın çoğunluğunun eğilimlerini dikkate alarak, diğer siyasî ve fıkhî hareketlere karşı siyasetlerini Hanefî fakih ve âlimlerine dayandırmışlardır. Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlıların hüküm sürdüğü devirlerde hâkimiyetini sürdüren bu mezhebin Osmanlılar’ın geç dönemlerinde vurgusu artmıştır. Nitekim bu devam etmiştir zira günümüzde gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde yaşayan Türk topluluklarının büyük çoğunluğu Hanefî mezhebine mensuptur.

Türklerde dindarlığın inanç boyutu olarak tarif ediken matürîdîlik için müstakil bir bölüm ayrılmıştır. Türkistan kültür çevresinde X. asırda Ebu Hanife’nin fikirlerini geliştirerek köklü bir kelâm okulunun oluşmasını sağlayan İmam Matürîdî’nin aklı ve vahyi birlikte kullanan matürîdî ekolü Türkler tarafından benimsenmiş ve geniş coğrafyalara yayılmıştır. Bilgi kuramı, ulûhiyyet ve nübüvvet üzerine fikirler serdeden İmam Matürîdî’nin din, iman, insan, ahlâk ve siyaset telâkkisi matürîdî kelâmcılar tarafından telif, şerh ve haşiyelerde işlenerek bir gelenek haline bürünmüştür. Osmanlı’da bilhassa felsefî ve sûfî cepheden Şiilik ile mücadele etmek amacıyla Râfizîlik ve Bâtınîliği eleştirmek için pek çok eser yazarak akılcılığı savunan Matürîdî’nin görüşlerine önem atfedilmiş, dinî kimlik bu istikamette kurulmuştur.

Dördüncü Bölüm Türklerde dindarlığın tasavvufî boyutu olan Yesevîlik üzerinedir. Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte, İslâm öncesinde büyük saygı gören eski ozanların yerini ata veya baba denilen birtakım dervişler almıştır. Halkın diliyle hitap eden Ahmed Yesevî’nin hikmetleri Türklere millî bir üslup ve yeni bir ufuk kazandırmış, tarikatı da onun dervişlerinin çabalarıyla Türkler arasında yayılmıştır. Dîvân-ı Hikmet’in yanı sıra XII. asrın başlarında meydana gelen siyasî hadiseler ve Moğol istilâsı Yesevîliğin yayılmasına sebep teşkil etmiştir. Neticede bu tarikat Türk topluluklarının sadece gönül dünyasını aydınlatıp, ruhunu manevî zevklerle süslemekle kalmamış; aynı zamanda onların millî ve mezhebî kimliklerinin korunmasına ve devam ettirilmesine de yardımcı olduğu için çalışmada yer bulmuştur.

Beşinci bölümde Türklerin bilime ve sanata katkılarına değinilmiştir. Bilginin kendisinin bir değer olduğu İslâm’ın kutsal kitabında insanları bilmeye, öğrenmeye, düşünmeye çağıran ayetlerin sayısı 700’den fazla olduğu malûmdur. Türklerin ilme katkısı mezkûr çalışmada felsefe, mantık, astronomi, matematik, musıkî, kelâm, hadis gibi pek çok ilmî alanda eserler vermiş olan İbn Sînâ, Fârâbî, Birûnî, Nesefî, İmam Buhârî gibi Türk asıllı isimlere dayandırılsa da kanaatimizce bu isimlerden ziyade kurdukları devletlerde ilmî faaliyetlere verdikleri önem ile olmuştur. Kezâ sanata da aynı ehemmiyeti gösteren Türklerde, İslâm devletleri arasında mimarî ve hüsn-i hattın nasıl parladığı bugün bile müşahede edilebilir.

Türklerde dinî hoşgörü, şefkat ve merhametin anlatıldığı altıncı bölümden sonra son olarak Türklerde Hz. Muhammed sevgisine yer verilir. Yeni doğmuş çocuklara verilen isimlerde Peygamberimizin isimlerinin ve sıfatlarının kullanılması, Peygamberimiz hakkında kaleme alınmış edebî türlerden oluşan dev literatür, kutsal emanetlere gösterilen ihtimam, Mekke ve Medine’de yapılmış imar ve tamir faaliyetleri, Mevlid kandili kutlanmaları ve mevlid okunması gibi kurumsallaşmış ritüeller, seyyidlere gösterilen hürmet ve askere Mehmetçik, orduya da Peygamber Ocağı adı verilmesi gibi birçok bahse yer verilmiştir. Kitabın sonunda bir sözlük olması, çok muhtasar olması hasebiyle ileri okumaya dair kaynakça verilmesi ve sonunda resimler bulunması da çalışmanın olumlu özellikleri arasında zikredilebilir.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 30.sayısında yayınlanmıştır.