Enis Batur

Yıllarım, Daidalos’a mıhlanmış geçti, ona bir daha döneceğimi biliyorum. Kimse içinden çıkamasın diye bir labirent inşa et, sonra içine kapatıl, sanıyorum bile göre kuruluyor yapı. Octopus halimle yaşamöykü yazısının ortasına hamle yaptığımda, bütün düğümlerin çözümü olsa gerek inancına bel bağlamıştım. Yolda, beni en çok sınır-örnekler oyalayacakmış. Onlardan biriyle, Wölfli’nin olanaksız öyküsüyle gereğinden fazla didiştiğimin farkındayım, oysa ötesine berisine sokulmaktan geri durmadım: Başkan Schreber’in bir uçta Freud’u öbür uçta Calasso’yu sarıp sarmalamış tekinsiz anlatısını sözgelimi, Logos’un infilâk ettiği hiza olarak ziyaretimde soru duvara dayanmıştı: Gerçeklik nedir? Dönüp bakacak olsak sayısız tanım denemesiyle karşılaşacağımız, bir dolusunu, olmadı birkaçını akla yatkın bulacağımız kesin de, kendimize bir sınır tayin edemediğimiz an sonsuz bir salınım hareketi doğuyor beynimizde, bundan korkmamak elde mi?


Zassitskiy, belleğindekilerin hiçbir mantıklı sıra takip etmeksizin, kaotik bir düzenin ortasında yüzdüklerini, bu nedenle yazma çabasının varoluşunun yitmiş anlamına yeniden kavuşmaktan hızını aldığını ifade ediyor.


Hep yapageldiğim gibi başka duvarlara döndüm yüzümü. Luria’nın, kendisiyle yazışan Oliver Sacks’ı büyüleyen benzersiz deneyimi farklı sınır-durumlar olabileceğini gösterdi bana: Zassitskiy, 1943’te, savaşın amansız günlerinde yaralanmış, başına isabet eden top mermisi parçaları, beyninde, sonuçlarına katlanılması pek güç bir arıza tablosu yaratmıştı: “Dünyası Kopuntularla Uçuşan Adam”ı, tıpkı Veniamin’i kuşattığı “Benzersiz bir Bellek” gibi, önesürdüğü ve savunduğu “romantik bilim” anlayışının mihenk taşı örneği sayıyordu Luria, tam otuz yıl boyunca, kesintisiz bir işbirliği kotarmışlardı birlikte, bir bakıma yapılamaz olanı yapma inadına kapılmışlardı.

Aldığı yaralar katmanlı bir bozuşmaya yolaçmıştı Zassitskiy’in beyninin sol cephesinde: Algı mekanizması bütünüyle arızalandığı için hiçbir şeyi olduğu gibi göremiyor, seçemiyor, darmadağın görüntü parçalarını toplayıp birleştiremiyordu kafasındaki ekranda; gövdesini gerçeküstücülerin (örneğin Dali’nin) tablolarında rastladığımız bir parçalanmışlık içinden algılıyor, sağ bacağının omzunun üstünde durduğunu sanıyor, başı ölçüsüz oranda büyümüş gibi geliyordu tarifsiz acılar içindeki adama. Belleği de hasara uğramıştı öte yandan: Defi hacet gereksinmesi duyuyor, buna karşılık anüsünün ne işe yaradığını anımsayamadığı için, gömüldüğü labirentte ilerlemekte alabildiğine zorlanıyordu.

Luria ve Zassitkiy, çağdaş bilim tarihinin olağanüstü ortak savaşlarından birine omuz omuza gireceklerdi. Böylesine sakatlanmış bir beyin, böylesine sakatlanmış bir ruhtan kolay kolay beklenemeyecek direniş gücüyle nöroloğun sabırlı, inatçı diyaloğunu taşıyan “Dünyası Kopuntularla Uçuşan Adam”, bugüne dek okuduğum en ayrıksı yaşamöykü denemesi.

Zassitskiy, Luria’nın baskısıyla, daha çok da görece biçimde iyileşmeyi, acılarını belli ölçüde hafifletmeyi gerçekten istediği için otuz yıl boyunca düşündüklerini, algıladıklarını, hissettiklerini kâğıda dökme uğraşı vermiş. Başlangıçta en ufak yazı biçimini kotarmakta ölçüsüz güçlüklerle başetmek zorunda kalmış, yavaş yavaş bir tür denetim sağlar olmuş kalemi üzerinde, öldüğünde, yazdıklarının toplamı 3 bin sayfayı aşıyormuş. Bugün bize ulaşan metin bir ortak-yapım ürünü: Luria, hastasının gözlemlerini işin içine katarak onun dil ve ifade, bellek ve algı, imgeleme ve yargı yetisi düzlemindeki sıkıntılarını sökmeye, çözümlemeye, yorumlamaya davranmış. Nörologa göre, bir sistemin nasıl çalıştığını öğrenmenin vazgeçilmez yolu o sistemin nasıl çöktüğünü anlama çabası vermekle geçiyor. Sacks’a yazdığı mektuplardan birinde, “nörolojik roman” anlayışını, statistik verilere dayalı bir bilimsel bakışın yerine birebir kişilik nitelikleri üzerine kurulu bir yaklaşımı geçirmekle oturttuğunu aktarıyor.

Sahiden de bir roman, bir yaşamöyküsel anlatı mı önümüzdeki? Zassitskiy, belleğindekilerin hiçbir mantıklı sıra takip etmeksizin kaotik bir düzenin ortasında yüzdüklerini, bu nedenle yazma çabasının, varoluşunun yitmiş anlamına yeniden kavuşmaktan hızını aldığını ifade ediyor. O yazıyla bilimsel merceğin buluşmasından doğmuş metnin romanesk katsayısı, kaza geçirmemiş, sistemi arızasız çalışan bir yazarın kurduğu romanesk ya da yaşamöyküsel metninkinden ne dereceye kadar farklı sayılabilir – soruyu, dileyen dilediği gibi tartacaktır.

Durum, bana, Vüs’at O. Bener’in Kapan’da yazdıklarını çağrıştırdıydı: “Yaşarken tek sığınak mı bellek? Durmadan üst üste yığılanlar tükenmezi. Silinebilenler ne kadar azınlıkta. Eklenebilenler ne kadar uydurma, gerçek dışı. Tümünün yok olduğunu anlayamamak delirtebilir insanı.”

Bu paragrafta yazar’ın yazdıklarını, ayrı ayrı ve birlikte, Luria-Zassitskiy ikilisi onaylamayacaklar mıydı? Yoksa birinin sığınağı ötekinin müebbed hücresi, sonsuz hapishanesi miydi? En ağır hastalıkların, hasarların, giderek delirmenin, beynin içindekilerin dökülmesine engel olmadığı gizemli kafes: Kafatası.

Michel Tournier, “Üstad Beyin” başlıklı denemesinde, Valéry’nin, “kıvrımlarında gizemi koruyan” tanımını verdiği beyne sokulur ve onun, bir dipsiz kuyuya iple sarkıtılan bir lâmba gibi o dipsizliği aydınlatabildiğini söyler: “Ete bürünmüş Tin”, denizleri ve adaları gibi henüz alabildiğine bâkir, keşfedilmemiş bir diyardır: Hayat bittiği an söner, sıfırlanır. Tournier, Victor Hugo’dan aktarır: İki devrimi peydahlayan, yirmi kralı kandıran, otuz yıl boyunca Avrupa’yı titreten kurnaz devlet adamı Talleyrand’nın gövdesi ölümünden sonra mumyalanmış, bir hastane çalışanının artık hiçbir işe yaramayacak müthiş beynini, o et parçasını çöpe atışına şair tanık olmuştu.

Her şey dediğimiz nedir ki?

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.