Cüneyt Gönen

Gerçek dışarda değil sendedir. Kendini kolla, kendini bul, kendi önünde eğil, kendine üstün ol, gerçeği göreceksin.

Arka Kapak / Dostoyevski – Puşkin Üzerine Konuşma

Uykunun bir heyula gibi bedenlerini kabzettiği soğuk Aralık gecesinin en zifiri karanlığında, ispinozların ufki rüyalarının kâbusa dönüşmesinin habercisiydi gelen postal sesleri. İsa Mesih’in doğumundan 1849 yıl geçmişti ve bir gece vaktiydi ki o ana kadar henüz inançlar yitirilmemiş, bağışlanmaya dair umutlar sönmemişti. Düşünce ve sözle yapılan ihanetin bedeli ölümdü, biliyordu Petraşevski grubunun üyeleri fakat düşünceye gem, söze kilit vurdukları an kendilerine ihanet etmenin altında da ezilemezlerdi. Kaderleri ile buluşacakları Semyonov meydanına taşıdı onları at arabası bir tabut gibi. Önce üç yoldaşı idam mangasının menziline sürüklendi, direğe bağlanarak cellatları ile göz teması kurmasınlar diye kafalarına çuvalımsı bez parçası geçirildi. Gerilim bir orkestra şefi, havada trampet sesleri; gözlerde yaşlar, kalplerde korku, dudaklarda ise son dualar… “Nişan al!” komutu ile parmaklar tetikte ve ölüm artık bir nefeslik “Ateş!” mesafesinde. Soğuk bir rüzgârın, elindeki beyaz bir bayrağı dalgalandırdığı bir mesajcı girdi resme birden: “Rusya’nın büyük çarı haşmetmeap I. Nicholas merhamet gösterdi” dedi ve anlık duraksamadan sonra ekledi: “Hüküm ertelendi, ölüm ötelendi”. Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, 22 kişilik idam mahkumları arasındaydı ve ruhunda onulmaz yaralara, tamir edilemez çöküntülere, defedilemez patolojik bağımlılıklara sebep olan bu travma, donmuş bir nehre düşen kaya parçası gibi suça, cezaya, adalete, merhamete, ahlaka, varoluşa yeni bir etimolojik pencere açacaktı.

Deha ile delilik arasında sallanan sarkaçta, iç dünyaların keşfi için düşünsel safariye çıkan psikiyatristler kuramlarını besleyecek, teorilerini destekleyecek, iddialarını sahiplenecek bulguları hayatlar ve eserler üzerinden tanımlar. Freud “hastayı” karşısına alır, hipnoterapi ile bastırılmış duygulara, bilinçaltına itilmiş arzulara, kilit üstüne kilit vurulmuş hayallere ulaşmaya çalışırken Jung, sanatçının arkasında saklandığı -madalyonu çevirdiğimiz zaman aslında kendisini aşikâr ettiği- eserleri üzerinden ruhsal haritasını çıkarmayla uğraşır. Adler ise kişiyi çevresinin bir ürünü olarak kabul eder ve kolektif bir hamle ile yatayda ve dikeydeki ilişkilerine fikrî kulaçlar atar. Bu kapsamda dünya edebiyatında çok önemli bir yere sahip olan Dostoyevski, psikiyatrinin kurucularından olmasa bile gelişimine katkı sağlayan bir iç dünyası ile birçok psikiyatristin “hastası” olmuş, kuramlarının sahnelendiği akademik piyeste rol almıştır.

Muhkem bir kişiliğin harcı acı, korku ve hayal kırıklıkları ile birlikte karılır. Hasta ve koruyucu anne Mariya, sarhoş ve despot baba Mihail’in ikinci çocuğu olan Dostoyevski’nin hayatında bunlardan daha fazlası vardır: Kayıplarının tetiklediği umutsuzluk, yalnızlığının armağanı mutsuzluk, epilepsi nöbetlerinin bekçisi histeri, bağımlılığın sürüklediği endişe… Tüm bu olumsuzlukların duyarlı bir kalp ve derin bir idrak gücüne sahip kişiler için kaçınılmaz olduğunu kabul ederek Dostoyevski, kolay bulunan bir sevgi ve ucuz mutluluğun peşinden koşmaktansa, insanı yücelteceğine inandığı kederin mihmandarı olmuştur.

Dostoyevski’nin beyin hücrelerindeki düzensiz elektrik boşalmasını, yani epilepsi nöbetlerinin, nevrotik histeri ile aynı kavşakta kesiştikleri varsayılırsa, tanı koyucu olarak psikanaliz bu aşamada devreye girebilir ve 1920 yılında Stefan Zweig’a yazdığı mektupta psikanaliz olmadan Dostoyevski’nin anlaşılamayacağını iddia eden Sigmund Freud sahneye çıkabilir. Dostoyevski, annesine acı çektirmekle suçladığı alkol bağımlısı babasına karşı duyduğu öfkeyi, nefreti ve onu öldürme isteğini gizlemekten kaçınmamıştır. Nitekim bilinçaltındaki baba figürünün sızıntısı olarak Karamozov Kardeşler romanında da Dimitri, Ivan ve Aleksey’in (Alyoşa) babası Fyodor Pavloviç Karamazov’u alkolik, zorba, benmerkezci, şehvani, mendebur bir adam olarak tasvir etmiştir. Sophocles’in Kral Oedipus’u, Shakespeare’in Hamlet’i gibi Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde de aynı konu çözümlenmeye çalışılmıştır Freud’e göre: “Baba katli”. Babasının ölümünden sonra suçluluk duyan Dostoyevski’nin ilk epilepsi atakları tetiklenmiş ve bu durumu Freud, oedipal ve cinsel çatışmalarının muzaffer kıldığı nevrotik histerinin altında yatan “Oedipus Kompleksi” olarak tanımlamıştır.

Her cümlesi, her karakteri, her mekânı ile kendi iç dünyasını resimleyen Dostoyevski eserlerinin bir parçası olarak düşünülürse, Freud’un içedönük ve içgüdüsel teorilerini kendi öğretileriyle dinamitleyen eski öğrencisi ve arkadaşı Carl Gustav Jung, dışadönük ve davranışsal “analitik psikoloji” ile boşlukları doldurabilir. Jung, arketiplerden biri olarak toplumsal beklentilere cevap veren, sosyal ilişkilerin teminatı kişilik olan “persona” ile gerçek kişilik arasındaki uçurumun açılması durumunda, takılan bu maske ile özdeşleşmenin nevroz kaynağı olabileceğini ileri sürmektedir. Dostoyevski, iç dünyasının bir yansıması olarak yazdığı ve aslında Freud’dan önce ilk defa “bilinçaltını” tanımladığı Yeraltından Notlar’da bir anti kahraman yaratır ve kolektif düzenin beklediği sevgi, mutluluk, huzur, uyum, hoşgörü, merhamet yerine bireysel çatışmaların tetikçisi melankoli, öfke, umutsuzluk, nefret, saplantılar ve hezeyanlar ile donatır bu anti kahramanı. Aynı şekilde Suç ve Ceza’daki Rodiyon Romanoviç Raskolnikov, Karamazov Kardeşler’deki Dimitri Karamazov, Budala’daki Prens Lev Nikolayeviç Mışkin, Ecinniler’deki Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin maskelediği “persona”nın kavgasını veren kahramanlardır. Bundan dolayı, Dostoyevski’yi arketipsel perspektiften okumak çocukluğundan itibaren inanç ve değerlerini vakumlayan krizleri, ruhsal çöküntülerini, nöbet ve bilinç kayıplarını daha iyi anlamaya yönelik ipucu verebilir.

Alfred Adler, ataerkil bir ailede sıkıntılar içinde büyüyen, politik fikirleri yüzünden ölümle yüz yüze gelen, sürgün ve kürek cezası çeken, patolojik kumar tutkusunun altında ezilen, yoksulluk, çaresizlik ve hastalıklarla mücadele eden Dostoyevski’yi çevrenin bir ürünü olarak değerlendirecek olursa “derinlik ve bireysel psikoloji” ile sahada yerini alabilir. Ego dürtüsünün lokomotifinin libido olduğu fikrini şiddetle reddeden, bilinçaltına süpürülen arzu, istek, niyet ve düşüncelerin yetersizlik hislerinin arkasında gizlenen savunma eğilimlerinden kaynaklı olduğunu savunmaktadır Adler. Dostoyevski’yi her zaman sitayişle anan ve fikirlerinin filizlenmesinde onun literatüründen etkilenen Adler, armonize bir hayatın izahı ve yorumunu bulmak için Dostoyevski’nin kendi sınırlarını zorladığını, hayatın realitesinin keşfine kimsenin olmadığı kadar yaklaştığını vurgulamıştır. Yaşadığı çağda Rusya’daki toplumsal çalkantılar, ayaklanmalar, isyanlar, siyasi baskılar, hapis ve sürgün hayatı, aile, eş ve çocuğunun kaybının sürüklediği depresyon, epilepsiden mustarip zihni, bağımlılıkları Dostoyevski’nin hayata ilişkin yaklaşımı ve yetenekleri ile yaratıcılığını inşa eden yapı taşları haline dönüşmüştür. Sibirya mahkûmiyeti sırasında tekrardan tanımladığı adalet ve ahlak kavramları üzerine yazdığı Suç ve Ceza, kaybettiği babası ve oğlunun vicdani yansıması Karamazov Kardeşler, kumar tutkusunu işlediği Kumarbaz, ideolojik ve politik tutumu ile kaleme aldığı Ecinniler gibi eserleri psikolojik realizminin birer dışavurumudur.

Psikiyatri kuramlarının yarısı diğer yarısını inkâr ve cerh eder. Bilimsel terminolojide yeri olmayan, karşılığı ise sinir sistemi olabilecek ruhun matematiksel modeli kurulamaz, kimyasal formülü yazılamaz, evrensel fizik kuralları oluşturulamaz. Yaratıcı bir eser üretmeyi zincirlerinden kurtulmuş ruhun bir terapi aracı olarak da görebiliriz; dopamin, serotonin, oksitosin musluklarını açarak beyindeki hücresel bağlantılarla organik bir dönüşüm yaratacak sürecin bir parçası olarak da kabul edebiliriz. Dostoyevski’nin farklılığının, özgünlüğünün ve üretkenliğinin altında yatan dünyayı anlamada öne sürülen tüm teorik değerlendirmeler bu yüzden biraz kusurlu, fazlasıyla eksik, her zaman kifayetsiz kalacaktır.

Ruh hastalığını mantık yanlışlığı, düşünce bozukluğu, görüş sakatlığı olarak tanımlayan Dostoyevski, başkalarına ait gerçekleri tekrarlayan papağan olmaktansa kendine ait bir yalanı yaşamayı tercih etmiştir. Tıpkı Ockham’ın usturası, Maslow’un çekici gibi Dostoyevski’nin baltası da kendi gerçekliğinin peşinden koşmuştur. Bu uğurda ödemeye razı olduğu diyet içinse şunları demiştir Dostoyevski: “Ben gerçeği bulduktan, gerçeğin inandığım şey olduğunu bildikten sonra, âlem gerçeği görmemekte diretirmiş, âlem burun kıvırıp beni alaya alırmış, umurumda mı?” 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 27. sayısında yayımlanmıştır.