Yunus Emre Tozal

Kurt Vonnegut’un, sanatçıları “geleceğin tehlikelerine dikkati çekmekle yükümlü uyarıcılar” olarak nitelemesi, sanatçı/yazar/aydın için epey tartışılan bir yaklaşımdır. İngiliz edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli isimlerinden George Orwell’ın yaklaşık 60 sene önce kaleme aldığı 1984 ve Hayvan Çiftliği kitapları, Vonnegut’un yaklaşımına uymuş olmalı ki, çıktıkları dönemde yoğun tartışmalara sebep olmuş ve yasaklanmıştır. CIA, 1984 ve Hayvan Çiftliği kitaplarının yayın haklarını satın almıştır. Orwell’ın 60 yıl öncesinden yaptığı eleştiriler, özellikle 1984 romanında devlet yönetimi ve ülkeler arası ilişkiler, günümüzde uygulanan yöntemlerle, 60 yıl önce yazılmasına rağmen birebir uyuşmaktadır. Orwell, diktatörlük rejimlerini pratik ve açık anlatımıyla hicvetmiş, özellikle komünist idarelerin çelişkilerine işaret ederek halkı kışkırtmış bir yazar olarak tanınmaktadır ki, zaten Orwell 1984 ve Hayvan Çiftliği romanlarıyla ünlenerek klasikleşmiştir.

Orwell’in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji’nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma’da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur. Toplumların geleceği için karamsar öngörüleri olan ve bu öngörülerini bilim kurguyla 1984 adlı romanında işleyen Orwell, kitabında nasıl ki kendi tecrübelerinden izler taşıyıp her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri işlemiş olsa da yapıtları yalnızca Franco’nun, Hitler’in, Stalin’in dünyasını değil, bu ‘despot’ları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır.

Orwell 1984’te, “Hayvan Çiftliği” adlı romanının aksine yalnızca komünizmi değil diğer totaliter yönetim sistemlerini de eleştirir. Onun kullandığı bazı cümleler, ifadeler, bakış açıları birçok olayın başlamasına ilham kaynağı olmuştur ve hâlâ kullanılmaktadır. Orwell bir kıvılcım yakabilmiş, bu kıvılcımın ileride büyük yangınlara dönüşebilmesinin zeminini hazırlamıştır. Büyük Birader’in insanla arasındaki çizgisi öyle bir üslupla anlatılır ki, insanın aslında hiçbir zaman özgür olamayacağını anladığı ve dehşete kapıldığı bir manzarayla karşılaşırız. Orwell 1984’ünde; mutlak umutsuzluk taşıyan, içten içe düzen karşıtı Winston’ı, her zaman her yerde Tanrı misali Büyük Birader’i, kitleleri kendine üye olmaya mecbur eden, zorba partisi, kişinin yalnız dünyasında adeta kendi gerçekliğinden bile şüphe ettireceği Okyanusya’sı, belgelerin sürekli yok edildiği Arşiv dairesi ile düşünenlerin suçlu bulunarak buharlaştırıldığı, hapishaneye düşenlerin kendilerinden soyutlaştırılacak kadar ileri düzeyde işkence gördüğü, aşkın en büyük suç olup en korkunç ceza ile son bulduğu bir dünya sunuyor.

Orwell, benzetme üzerine akla ilk gelen yazarlardandır, gerçekçidir, 1984’te yarattığı dünya o kadar gerçekçidir ki, insan uzun bir süre otellerde 101 numaralı odanın önünden geçerken ya da tabelasını gördüğünde ürpertir. Orwell eşitliği önemser, her seferinde çaba ve gayretin ne anlama gelebileceğine dikkat çeker. Öyle ki, Orwell’a göre insanın ülküsü mutlaka eşitliğe yönelmelidir.

Aksi halde insan kendisini “insan” hissedemez, çünkü Orwell’a göre bir insanın diğerleriyle eşit olmak isteği kadar muhteşem başka hiçbir düşünce olamaz. Orwell karamsarken bile çaba ve gayretin sistemi alt edebileceği imasını verir okuyucuya. Bir gün bir idam mahkûmunun, yanında kendisine eşlik eden iki gardiyanla birlikte ipe götürülüşü sırasında, yoldaki çamurlu su birikintisine basmamak için yana doğru yaptığı küçük bir hamle, Orwell’ın aklında derin soru işaretleri bırakmaya kâfidir. “O da bizim gibi bir insan” diye düşünür mahkûmun bu hareketi üzerine; “O da bir canlı ve suya basmamak için sakınıyor, az sonra ölecek; hala çabalıyor; ancak az sonra ölecek…”

Orwell 1984 ile ruhu tükenmiş, kendisini kaybetmiş bir yurttaş topluluğunu betimler. İnsan ruhunu ve iradesini diktacı otoritelere teslim ettiren ideolojileri eleştirir, “düşünce denetim aygıtı”, “düşünce polisi” gibi tanımların özgürlüğün olduğu bir dünyada olamayacağını, olmaması gerektiğini tasvirlerle anlatır. Orwell’ı kıstasa alıp günümüzü değerlendirenler, basın ve medya alanındaki gelişmelerin insanı kendi isteğiyle köle yaptığını da tartışmışlar, dahası mesele Jean Baudrillard’ın simulakra kavramına kadar uzanmışlardır. 1984’de tele ekrandan sık sık görünen yarı tanrı konumundaki “Büyük Birader”, kendi isteği ile yurttaşları izliyor, ne zaman yemek yiyeceğine, ne zaman tuvalet ihtiyacını gidereceğine, hatta eşiyle ne zaman birarada olabileceğine dek emirler yağdırıyor ve insanlara başka bir şans tanımıyordu. Şimdiyse Büyük Birader konumunda bulunan güçlere karşı insanın kendi isteği ve arzusuyla yenik düşmesi, sürekli bir şekilde -bağımlılık derecesinde- bağlanması, sistem tarafından insanın nasıl da bilinçli bir şekilde köleleştirildiğine dikkat çekiliyor. Bu bakımdan 1984, bir totaliter rejim eleştirisidir denilebilir. Kitapta, insanların bütün haklarının ellerinden alındığı ve köleleştirildiği baskıcı bir devlet yapısı tasvir edilir. Orwell, eşitlik arayışının yeni üst sınıflar yaratabileceği vurgusunu yapıyor.

Orwell’a göre egemen kesimin iktidardan düşebilmesinin yalnızca dört yolu vardır. Ya bir dış güç tarafından alt edilecektir, ya ülkeyi yönetmekte kitlelerin başkaldırmasına yol açacak kadar yetersiz kalacaklar, ya güçlü ve hoşnutsuz bir orta kesimin doğmasına engel olamayıp üzerlerinde oldukları dalı bilmeden kesmiş olacaklar ya da kendilerine olan güvenini ve yönetme isteğini yitireceklerdir. Bu nedenlerin hiçbiri tek başına işlemez, dördü de şu ya da bu ölçüde bir arada etki eder. Kendini bunların hepsine karşı koruyabilen bir egemen sınıf, Orwell’a göre sürekli iktidarda kalabilir. Eninde sonunda belirleyici etken, egemen sınıfın zihinsel eğilimidir. Zihinsel eğilimin değişmeyeceği bir sistem, daha doğrusu yönetim anlayışının değişmeyeceği bir sistem, her zaman insanların başında olacak, insanın üzerinde söz söyleme hakkına sahip olacaktır.

Orwell; “Kitabımda anlattığım toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ama buna benzerin geleceğine inanıyorum.” diyordu. Orwell da diğer distopik romancılar gibi, ideal bir dünyadan çok ideal dünyaya nasıl ulaşılabileceğinin göstergelerini sunuyor okura. Düşünmenin, tefekkürün, köleleştirilmeden yaşanabilecek bir hayatın önemini veriyor okuyucuya. Hızlı yaşamanın insanı hem kendisinden hem çevresinden uzaklaştırdığı şu zaman diliminde, boğazımıza kadar eğlenceye, özgürlüğe, algılayamayacağımız kadar çok enformasyona, darbe yaptırımlarına, bilgiye, cinselliğe ve gerçek görünen sahte imajlara maruz kaldığımız şu çağda, distopik temaların yaşadığımız çağla ne denli uyumlu olduğu artık su götürmez bir gerçek.