İbrahim Tüzer

Yaşanmışlık ya da “Dünyanın Şahidi Olma” Bilinci
İnsanoğlunun nasıl bir dünya içerisinde yaşıyor olduğunu fark etmesi, kendi hayatının gidişine yön verebilmesi için en evvel aşılması gereken çetin bir yol olarak karşısında durur. Nefes alıp vermek, temel ihtiyaçları karşılamak ve diğer insanlarla bir arada yaşıyor olmak insan teki için aslında “yaşamak” anlamına gelmez. İlahi buyruklardan kadim öğretilere; temel felsefi doktrinlerden bireysel aydınlanmaya yönelik farkındalık oluşturmaya gayret gösteren tüm disiplinlerde esas olarak işaret edilen insanın kendi biricikliğini ve yaşadığı dünyanın sahiciliğini fark etmesidir. Çünkü insan, bunu başarabildikçe “insan” olabilmekte; dahası bu farkındalık sınırının içerisinde oldukça da “insan” kalabilmektedir.

Çepeçevre kuşatılarak içerisinde var olmaya çabaladığı dünya, eğer insan kendisi olmaya yönelik bir gayret içerisinde değilse; diğer bir ifadeyle kendi renkleri, acısı, trajedisi, zedelenmişliği, bırakılmışlığı ve yaşanmışlığı ile öznel bir hayatın sahibi olamıyorsa, diğerleri gibi sıradanlaşmış bir hayatın mahkûmu olarak onu da “yaşayıp giden”lerin arasına katar. Bu ise dünya üzerinde maddi taraflarıyla var olan insanın aslında “yok hükmünde” olması demektir. Çünkü insanın nasıl bir dünyada yaşıyor olduğunu fark etmesi ve “dünyanın şahidi olma” bilincine ulaşabilmesi, ruhun nefes alabileceği alanlarda var olmasına bağlıdır. Bu alanlardan biri, belki de içerden kuşatılıp sahici taraflarıyla anlaşıldığında en önemlisi, bu dünya üzerinden gelip geçerken insan tekinin çektiği acılar ve heybesinde biriktirdiği yaşanmışlıklarıdır. Bunlar duyumsanıp fark edildiği oranda bireyselleşme başlar ve aydınlanmanın şartı olarak insanın kendiliğiyle “yüzleşme”si gerçekleşir. Böylelikle hisseden, fark eden, duyan, anlamlandıran ve yaşanmışlıkları üzerine düşünme biçimi geliştiren insan en nihayetinde “dünyanın şahidi olmak” eylemini de gerçekleştirebilmiş olur.

“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek…”

Arka Kapak / İhsan Oktay Anar


İşarete çalıştığım bu bilinç alanına ulaşmak, yukarıda da belirttiğim gibi kolay bir iş değildir. Ortega Gasset Tarihsel Bunalım ve İnsan adlı eserinde, çetin olan bu yolu aşma cesareti gösterebilen insanlara “var olmanın çatışmalarını tek başına göğüsleme dehşetine katlanmak”tan çekinmeyen kimseler olarak dikkat çeker ve bunu gerçekleştiremeyenlerin başkalarının ya da maddi tutkularının güdümünden kurtulamayacağını belirtir. Dahası Gasset, kendi gücüyle ayakta duramayan ruhun boğulmaktan kurtulmak için sarılacak bir tahta parçası aradığını ve ezilmiş köpeksi bakışlarını çevrede gezdirerek kendini koruyacak birini araştırdığını belirtir. Yazara göre böylesi bir ruhun en çok istediği şey bir başka insana, bir imparatora, bir büyücüye, bir puta hizmet etmektir. Bu durumdan kurtulup hayatın kontrolünü elde tutabilmenin en esaslı yolu ise “merak” etmektir: Varlığın, eşyanın, olayların ve insanı bütünüyle çevreleyen şey’lerin niteliği üzerine merak etmek ve sahici bilgiyi esas alan bir dünyanın sınırlarında kalabilmektir.

Puslu Kıtalardan Parlayan Mutluluk: Bilmek ve Şahit Olmak
Postmodern anlatının imkânlarını bütünüyle kullanarak okurlarına muhayyilenin sınır tanımayan alanlarını hissettiren İhsan Oktay Anar, anlatı evreninin derinliğini tam da bu noktadan oluşturur ve merak unsurunu temel bir izlek olarak merkeze yerleştirir. Yüksek değer taşıyan edebi metinlerin her okunduğunda yeni anlam alanlarında çoğalmasına imkân tanıyan bu unsur, sadece “giz”in roman sonuna kadar muhafaza ediliyor olmasıyla değil okurun zihinsel konforunu bozarak anlatı içerisinde merak duygusunun peşi sıra gidebilmesine de fırsat tanımaktadır. Anar’ın 1995 yılında yayımlanan Puslu Kıtalar Atlası (Eserden yaptığım alıntılarda, İletişim Yayınları’nın 1999 yılında İstanbul’da yayımladığı 10. baskısını kullandım.) dikkat çekmeye çalıştığım yapının başarılı bir biçimde yer aldığı en önemli romanlarından biridir.

İç içe geçmiş farklı metin halkalarıyla zenginleşen Puslu Kıtalar Atlası, düş ile gerçek arasında kurgulanan sayısız metaforik anlatımla en temel vakaya, yani Uzun İhsan Efendi ve oğlu Bünyamin’in hikayesine bağlanır. Uzun İhsan Efendi, dünyayı dolaşmak için çıkacağı maceralı yolculukları göze alamadığı için yeşil uyku şurubunun yardımıyla dalıverdiği derin istihare uykularında bir dünya haritası oluşturmak ister ve bunu da başarır. Ancak oğlu Bünyamin’in kendi dünyasının şahidi olmasını istemektedir. Bunun için de ona “Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.” diyerek türlü maceralara girmesinin yolunu açmış olur. Oğluna bu zorlu yolculuğunda yardımcı olması için “düş atlası”nı vermeyi de ihmal etmez.

Uzun İhsan Efendi’nin tüm yolculuğu boyunca oğlunun koynunda sakladığı Atlas Vacui’si yani Boşluğun Atlası, metaforik olarak nitelikli bir biçimde kurgulanmıştır. “Kendini sakın kaptırma. Adına Dünya dediğimiz kitabı oku.” şeklinde tembihleyerek verdiği kitaba Bünyamin ne zaman dara düşse, girdiği maceralarda yolunu kaybetse sarılarak diri durmaya çalışır. Burada özellikle hayal ile ilişki kesilmeden, gerçekte var olana göre eyleme geçilmesi gerektiğine yönelik önerme dikkat çekicidir. Nitekim Bünyamin ölümlerden döndüğü ve yüzünün tanınamaz hale geldiği zorlu maceranın ardından “eski güzel, rahat, endişesiz ve tekdüze günlere dönmek” istediğinde babasının sözlerine ve düş atlasına tutunarak yaşadığı dünyanın şahidi olma yolundaki azmini devam ettirir. Böylelikle Bünyamin, tecrübe ettiği ve heybesindeki renkleri iyice koyulaştıran her türden yaşanmışlıkla acının, çirkinliğin, susuzluğun, açlığın ve üzüntünün de öğrenilebilen kıymetler olduğunu anlamış olur.

Dünyanın şahidi olma bilincine ancak bu yolla ulaşılabileceğini anlatının diğer kahramanları aracılığıyla da hissettiren Anar, “rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınan” insanların öğrenmekten, sahici bilgiyi elde etmekten ve hayatlarının merkezine merak unsurunu koymaktan kaçındıklarını işaret etmiş olur. Zengin çağrışımlı vaka birimlerinin birbirine bağlanmasına ve farklı karakterlerin yollarının kesişmesine de yine merak ve bilgiye ulaşma yolunda girişilen arayış aracılık eder. Örneğin Uzun İhsan Efendi’nin dayısı külhani Arap İhsan, göğsünü hedef alan bir kurşundan talan esnasından koynuna sokuverdiği kitap sayesinde kurtulur. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek yabancı dilde yazılmış olan kitabı çevirtmek için Kubelik’i bulur. Kubelik ise ölü hayvan ve insan bedenleri üzerinden anatominin sırlarını çözmek isteyen meraklı bir cerrahtır. Nitekim türlü yöntemlerle yazmayı başardığı anatomi kitabı idam edilmesine neden olur. Vardepet, savaş meydanlarında düşmana en ince hesaplarla toprağın altından yaklaşırken işini bilgece yapar. Descartes’in, Aristotales’in fikirleri Uzun İhsan Efendi’den Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humâyün’un başkanlarından Ebrehe’ye kadar daha birçok kahramana, dünyanın şahidi olabilmeleri adına anlam katar.

Yazar anlatıcı olarak İhsan Oktay Anar, Uzun İhsan Efendi’nin düşlerine ve düşüncelerine aracılık ederken “her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı” diyor. Kahramanının dünyayı okuma biçimine ise düşten ayrı kalmadan gerçeği aramak şeklinde dikkat çekiyor ve bu gayretle dünyanın şahidi olunabileceğini öngörüyor. Kurgunun sınırlarından çıkıp kendi gerçekliğimizle baş başa kaldığımızda Anar’ın sesi tüm gerçekliğiyle puslardan, kıtalardan, atlaslardan, dehlizlerden, cenk meydanlarından, darağaçlarından, cellatlardan ve düşlerden sıyrılıp bizi buluyor: Dünyamızın şahidi olabiliyor muyuz?

Puslu Kıtalar Atlası
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.