Haydar Ergülen

Arka Kapak” dergisini ilk sayısından beri izleyenlerin şimdiye hayli defteri olmuştur. Malumunuz bunların tasarımları da derginin kapak tasarımıyla aynı. O ay derginin kapağında ne varsa, defterin kapağında da o oluyor. Haliyle güzel oluyor. Ben bir-iki kez de dergimi yollamadılar diye Arka Kapak yazıhanesine gittiğim için, sus payı olarak biraz defter daha verdiler. Defterlerin bir ortağı var, kızım Nar. Bana gelen defter, kalem türünden armağanları doğal olarak kendisine de gelmiş sayıyor ve baba-kız biriktirip duruyoruz. Demek ki defteri almakla her şey tamam olmuyor, aksine ülkemizde sık sık denildiği üzere her şey yeni başlıyor, bir de biz bitti demeden bitmiyor! Defteri şarj edemeyeceğimize göre yedeklemek gerekiyor. Yedekli çalışmak diye bir şey var biliyorsunuz hemen her sektörde, eh yazı işi de bir tür sektör olduğuna göre hem yazanların hem de okuyanların yedekli çalışması gayet doğal.

Bunları okuyan da benim gayet disiplinli, düzenli, her şeyi yedekleyerek, kopyasını alarak filan çalıştığımı düşünür. Disiplinli, evet, sayılırım, çünkü her ay pek çok yazı yazdığım için kaçınılmaz olarak kendiliğinden de olsa bir disiplin var. Düzenliliğe gelince, pek çok yazardan duyduğum, dağınıklığın düzeni ya da düzensiz bir düzenlilik bende de var. Fakat iş şu yedekleme, kopyasını alma, kaydetmeye filan gelince unutun gitsin ya da beni hiç saymayın! Öyle bir şey yapmıyorum çünkü. Peki ne yapıyorum?

Defteri cebime koyuyorum, ceketimin iç cebine. Özellikle İstanbul içinde çok dolaştığım için defteri yanımdan eksik etmiyorum. Dolaşmak: İstanbul’un güzelliklerini görmek ya da şöyle baharda şairane bir yürüyüş tutturayım, şimdi erguvan zamanı, Boğaz’a uzanıp erguvan kokulu şiirler yazayım, hafta içi sakin olur şöyle Burgazada’ya bir gidip Çakır’ı göreyim, Çakır kim olacak canım, bizim Sait Faik… filan gibi turistik ya da şairane vakitlerim yok benim. Galiba hiç de olmadı. Şikayet etmeyi sevmem, sızlanmaksa benden uzak olsun, sizden de tabii; ama yaş 60 olmuşken şöyle hayatta yapamadığım şeylerin bir listesini yazayım bari bir ara zaman bulursam.

Gördüğünüz gibi oradan buradan yazıp duruyorum. Çünkü derdim var ve onu dağıtmak, unutmak, paylaşmak, yükün birazını da ‘sevgili okur’um sana yıkmak istiyorum izin ve omuz verirsen! Neyse.

İstanbul’un içinde geçen aya kadar “Yazarlar Okullarda” projesi kapsamında çeşitli ortaokul ve liselere, bunun dışında da kütüphane haftası, edebiyat günleri gibi etkinlikler için de ilkokullara ve özel okullara söyleşiye, şiir okumaya, imzaya gidiyordum. Sonra projenin iptal edildiğini duydum. Yazık olmuş. İyi ve kapsamlı bir etkinlikti, tabii çoğunluğu İslamcı, ama onun dışında ‘bizim mahalle’den yazarlar, şairler de davet ediliyordu. 2023 yeni milat ya, yok yok miladi takvimi kullanmayalım burada, ne diyelim, İstanbul’un fethi 1453, Türkiye’nin fethi 2023, Bizans nasıl İstanbul olduysa, Türkiye de Yeni Türkiye olacak o zamana kadar ve kültürel iktidar da el değiştirecek! Pek hevesliler, genci yaşlısı, ilk kitabını yeni çıkarandan, arkadaş arasında yazar, şair olanlara kadar, ‘artık vakit tamam’ diyorlar ya; bence referandum filan yapılsın ya da başkanlık seçimiyle birlikte yeni Türkiye’nin edebiyatçıları da belirlensin. Tasavvuf soslu kişisel gelişim kitaplarından, şiir kokulu aşk romanlarına ve tabii mistisizm katkılı ve her bakımdan şişirilmiş, hormonlu da diyebileceğimiz kimi kitapsılar yazanlara kadar memleketin edebiyatçıları onlar sayılsın, şişirilsin, yedirilsin, içirilsin, beslensin, onlara devlet kuruluşlarının ve özel sektörün reklamları aksın, her birinin ‘tirajik’ gazetelerde köşecikleri olsun… Çünkü has edebiyatçı böyle olunuyor. Sağolsun aziz cumhuriyetimiz kuruluşundan bugüne biz sol görüşlü yazarlarını, şairlerini besledi, büyüttü; cezaevlerinde, siyasi şubelerinde, sürgünlerde, işkencelerde, yoksullukta ağırladı da, böylece aramızdan büyük yazarlar, şairler çıktı, şimdi yeni cumhuriyet de sizden bunları esirgemesin, bak iktidar fikri filan kalıyor mu, yok kültürel iktidar onlardaymış, sıra bunlardaymış… İnsan utanıyor! İnsan utanır; hele şehvetle bunları dile getirenlerin de yazar, şair filan olduğunu düşününce! Kültürün iktidarı mı olurmuş a benim canım İslamcı yazar arkadaşlarım, buyurun sizin olsun!

…İstanbul’da metro, metrobüs, tramvay, otobüs, minibüs, dolmuş, vapur ve taksiyle her gün o kıyı senin bu kıyı benim yolculuk yapınca, insan kendiliğinden muhalif oluyor, doğal muhalif. Bunun da iktidarla, muhalefetle, bir siyasi partiyle alakası olmuyor, sadece şehir bu kadar büyük, yaygın, geniş ve para kazanmak bu kadar zor olunca, insan buna isyan ediyor. Ve oturup yazmaya başlıyor. Ben doğrusu bir 10 yıl kadar önce, ekabir filan değilim ama ancak evde masamın başında yazardım. Şimdi bana her yer masa. En çok da vapur tabii. Şehirlerarasında tren, bulutlararasında uçak, sulararasında vapur. Vapurla sabahın mavisinde, akşamüstünün sakinliğinde gidip gelirken tabii şiir, en çok da aşk, özlem, ses, kaş, kirpik, kalp, mavi, bulut vb. benzetmelerle kalbi ve hissi şiirler. Doğal olarak tramvayda, otobüste halkımız ve dertleriyle sımsıkı kucaklaşmış bir halde yolculuk yaparken de yine pek tabii olarak epik mi epik şiirler ve dahi yazı notları, başlıkları.

İşte giderek daha çok yazmamın bir nedeni de bu. Bu ayrı bir yazının konusu. “Şair burda ne demek istiyor?” adlı bir kitabım çıkacak sonbaharda Mühür’den; acaba bir de “Bu ayrı bir yazının konusu” başlıklı bir yazı mı yazsam? İşte yazılar böyle böyle yazılıyor, çoğalıyor, sonra da kitap oluyor.

Kitaplarımın birinde var, Kayıp Defter başlıklı bir yazı. 7 yıl önceydi sanırım, Engin Turgut’la Antalya’ya bir şiir etkinliğine giderken uçakta siyah, kalınca, içinde o yıl yayımlayacağım kitabın şiirleri, öyküler, notlar olan defterimi yitirip bir daha bulamamış, 6 ay kadar da kendime gelememiş, 2 yıl sonra ancak bir şiir kitabı, Aşk Şiirleri Antolojisi (2011), yayımlayabilmiştim.

Yukarıdan beri ettiğim gevezeliklerin yeni nedeni de yine bir kayıp defter vakası. Arka Kapak’ın verdiği defterlere yazıyorum ve onları hep cebimde taşıyorum. Nisan ayında, Fransa’da şiir kitabımın yayımlanması nedeniyle, Paris’te bir şiir etkinliğine gittim. Ve 1 yıldır, bilhassa vapurda yazdığım aşkın mavisi, kırmızısı, karanlığı, gecesi gündüzü, sesiyle dolu şiirlerimin, kimi öykü notlarımın yer aldığı, adını da vapur defteri koyduğum defterimi yine havaalanında ya da uçakta dönüş yolunda yitirdim. Sanki defterin gidesi varmış gibi o bir haftada durmadan yazdım, nerdeyse harf yazacak yer kalmamıştı defterde. Şiir mi yazıyordum yoksa şifa mı karınca duası yazar gibi bir yazıyla bilmiyorum.

Böylece bir defter daha uçtuuuu gitti!

Döndüğüm hafta bir ilkokula, 2. sınıf, Nar Alfabesi adlı çocuk kitabımla ilgili bir söyleşi ve atölye çalışmasına gitmiştim. Çocuklardan biri yazarların teknolojik aletleri; bilgisayar, cep telefonu gibi, fazla kullanmayacaklarını, teknolojiyle başlarının pek hoş olmadığını söyledi. Bu gözleme hem şaşırdım hem de hoşuma gitti. Çocuktan al dersi! Ben de sonra şöyle düşündüm, yazar, şair o kadar da gezmemeli, fazla uçağa binmemeli, uçmamalı yani, hem tren, vapur ne güne duruyor değil mi? Çok gezen çok yitirir!

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 10.sayısında yayınlanmıştır.