Malumunuzdur, Gezi epizodundan sonra çok çeşitli çeviri ve telif eser, fotoğraf albümü vs. raflarda yerini aldı. Bu hatırı sayılır kültürel üretim içersinde sosyoloji, özellikle yazılı-görsel medya sayesinde akademik bir faaliyet değilse de bir ifade/bir bahis olarak öncelik kazandı. Yakın zaman önce Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan, sosyolog Vefa Saygın Öğütle ve Emrah Göker tarafından hazırladığı, Gezi ve Sosyoloji: Nesneyi Kurmak, Nesneyle Yüzleşmek derlemesi, neredeyse sığ diyebileceğimiz bu tartışma düzlemine, sosyoloji cephesinden itiraz ediyor ve daha sahih bir tartışmaya davet ediyor. Derlemeyi hazırlayanlardan Emrah Göker ile kitap, Gezi epizodu ve tartışmaları, sosyolojinin ahvali ve medya üzerine yazılı bir mülakat gerçekleştirdik.

Söyleşi: Sidar Bayram

Gezi ve Sosyoloji derlemesi nasıl bir ahval içerisinde şekillendi? Kitabı, Gezi sonrası kültürel üretim içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz?
Derleme tamamen Vefa’nın fikriydi, Temmuz 2013 sonlarına doğru bana konuyu açtı. O noktada sağdan soldan insanlar çılgınlar gibi, yahut aceleyle diyeyim, “sosyolojik” analizler savurmaya başlamışlardı bile ve bu konuda ortak bir rahatsızlık paylaştığımızı zaten konuşmuştuk. Ağustos gibi çağrıyı yaymışız, bu noktada Gezi yanlısı kanattan felsefî, siyaset-bilimsel kitaplar çıkmıştı bile. Ağırlıkla Gezi’yi çalışan, çalışmak isteyen sosyal bilimciler topluluğuna hitap etmek istedik. Sonradan gelen yazıların bir kısmının, doğrudan Gezi’yi analiz etmeyi dert etmeden Gezi’yi analiz eden yazılar olduğunu gördük, bu da hitap ettiğimiz topluluğu genişletti elbette. Kasım 2013 gibi dosya hazırlanmıştı.

Sosyal bilimlerin sağladığı tartışma ve inceleme araçlarıyla Gezi hakkında hazırlanmış başka akademik yayınlar da var. Bizimki de bu aileden, başka yayınlarda (en azından şimdilik) üzerinden atlanmış birkaç çalışma konusu da içeriyor, sıkça işlenmiş konuları da. Ama şöyle ayrıksı bir yönü var: Sosyal bilimcileri, Gezi’nin nasıl çalışılabileceğiyle ilgili bir iç tartışmaya davet ediyor. Vefa ile biz de doğrudan Gezi’yi analiz etmek yerine, bu konudaki kendi pozisyonlarımızı belli eden yazılar yazdık.

Gezi eylemleri sosyoloji lafzını neredeyse gündelikleştirdi, fakat siz eylemlerin hala sosyolojikleştirilmediğini belirtiyorsunuz. Bu bağlamda, kitaptaki makaleler, “Nesneyle yüzleşmek, nesneyi kurmak” çağrısını nasıl icra ediyor?
Medyada, sizin ifadenizle “gündelikleştirilmiş” haliyle karşımıza çıkan sosyoloji lafzının ağırlıkla bilgi değil, kanaat içerdiğini, hatta çoğu kez yavan söylemden ibaret olduğunu düşünüyorum. Bir kelimenin başına “sosyolojik” sıfatını iliştiriverince bilimsel bir analiz yapmış olmuyorsunuz. Ama bu iliştirmeyi kolayca yapabiliyoruz, bu biraz da çoğu sosyal bilim disiplininden daha fazla (belki tarih disiplininin de benzer bir sorun yaşadığını düşünebiliriz) sosyolojinin, uzmanlık eğitimini almamış pek çok kimsenin kendinde kullanmayı hak gördüğü bir dilden konuşması. Zira bu bilim dalı, herkesin kendini bir parçası sayabileceği, çok bâriz gördüğü, anlayabileceği şeyleri analiz nesnesi yapıyor. Bir bakıma, “bayağı” bir dili var çünkü aynı zamanda, bilimler hiyerarşisinde de dibe yakın bir yerde duruyor. Gezi üzerinden açmak istediğimiz bir tartışma, bu sebeple, mesleğin itibarı ile de ilgiliydi – herkes bir şeyin başına “sosyolojik”, kıçına “sosyolojisi” kelimelerini koyup bilimsellik şalına dolanabiliyorsa, bu işi yapmanın anlamı ne? Açıkça, biraz da kışkırtma amacıyla, yazdık: “Sosyolojikleştirme, sosyolojinin bilgi üretme protokollerini işletip bir araştırma nesnesi oluşturmak suretiyle, bir şeyi sosyolojinin derdi haline getirmek demektir.” Sosyal bilimciler böyle bir mesai harcamadıkları müddetçe, Gezi konusu sosyolojikleştirilmiş olmuyor. Bazıları, hâttâ aralarında sosyologlar da var, “e olmasın, ne var?” diyorlar, zira öncelik verdikleri devrimci, Gezi Ruhlu, ya da çapulcu, adına her ne demek isterseniz, siyaseti beslemek. Bu önceliği sorunlaştırmak istedik.

Kitaptaki tüm yazıların çalışma nesnesini inşa etmek ve onunla hesaplaşmak konusunda aynı yerde duracaklarını zaten beklemiyorduk, öyle de olmadı. Gezi’nin farklı düzlemlerinde inşa edilen ayrı nesneler var, bazıları yarım yamalak duruyor kağıt üzerinde. Bazı yazarlarımız bizim önerdiğimiz “Gezi hakkında çalışan sosyal bilimci kimdir” sorusuyla temas etmeden yazdılar filan. Bu açıdan, ki bence öyle olması iyi oldu, yekpâre bir program sunmuyor kitap. Sonrasında birtakım tepkiler ya da farklı düşünme biçimleri kışkırtırsa, ne âlâ.

Sosyolojinin giderek belirginleşen medyatikleşmesi düşünüldüğünde, sosyoloji zanaatı ile (hem gazete, TV gibi geleneksel hem de sosyal medya gibi yeni) medya araçları ilişkisini hangi açılardan değerlendirebiliriz?
Bahsettiğiniz ilişkiye, çok önceden beri kafayı takmış bulunuyorum. Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de, genel olarak sosyal bilimcilerin, özel olarak sosyologların medya ile ilişkisi, aslında bir tür karşılıklı (ve hastalıklı) bağımlılık. Bir taraftan özellikle TV kanallarının, program masraflarını azaltma motivasyonuyla izlenme istatistiklerini artırma arasındaki denge ekonomisi içinde, her bir konunun “uzman” kişilerine ihtiyaçları var. Bu konuşan kafalara bağımlı hale gelmiş durumda televizyon, çünkü gündemi işgal eden bir konu hakkında oraya buraya yollayacak araştırmacı habercisi yok, veri derletip görselleştirecek grafik departmanı yok, hızlı ve ucuz “analiz” tedavüle sokmak zorunda. “Farklı görüşler” temsil edilsin gündem analizine dinamik bir görüntü verilsin diye konuşan kafalarını çeşitlendirmek zorunda.

Bu oyunu oynayan sosyal bilimciler de, oyuna bağımlı hale gelmiş durumdalar çünkü oynayanların neredeyse tamamı kültürel sermayelerini bilimsel üretimleriyle değil kanaat teknisyenliği ile edinir oldular. Yani ne kadar görünürlerse, inandırıcılıkları (kredileri) ve itibarları o kadar fazla. Zaten duyduğum kadarıyla üniversiteler de hocalarının bu görünürlüklerini teşvik ediyorlar, hocayla birlikte ismimiz geçsin, şanımız yürüsün diye herhalde. Nazlı Ilıcak ve Nagehan Alçı ile tepiştiğin ortamda neyin bilgisini üreteceksin? Buna fırsatın olmaması bir tarafa, zaten sürekli farklı konuların aynı uzmanı olarak köşe yazıyorsun veya programa çıkıyorsun, yapabileceğin tek şey geyik. Kanaat topaçlamak diyorum ben, İngilizce tabirinden (spin) apartmayla. Çevir baba dönsün.

Vaziyet böylesine, bilimsel bilginin itibarını zayıflatan bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olduğu için, tabii ki herkes bir şeyleri “sosyolojikleştirdiğini” sanır. Zira medyada oynanan “uzmanlık” oyununun en ihtiyaç duyduğu şey, çevirdiği geyiğe bilimsel süs vermek.

Sosyolojinin siyasal tartışmalar içerisinde araçsallaştırıldığı bir dönemde, kitapta öne sürülen bakış açısı ve yöntem, süregiden tartışmalara hem biçim hem içerik açısından ne tür müdahalelerde bulunabilir?
Şunu vurgulamam iyi olur: Kitabımız toplamda baktığımızda, belirgin bir metodolojik doğrultu önermiyor. Gezi karşısında sosyal bilimcilerin konumunu tartışan yazılar da var, Gezi’den farklı soruşturma konuları çıkaran yazılar da. Birbirinden ayrışan, hâttâ, Gezi hakkında çatışan şeyler söyleyen yazılar da var. Ama Vefa ile arzu ettiğimiz türden bir müdahale, militan sosyal bilimcilik pratiğini yeniden düşünmekle ilgili olabilir. Bunu yaparken ister istemez, mesleğin itibarını ve akademi alanında sosyolojinin ve diğer sosyal disiplinlerin durduğu dezavantajlı yeri de tartışmaya başlayabiliriz.

Gezi eylemleri, sizin izlenimlerinize göre, toplumsal pratikleri ve ayrımları ne ölçüde etkiledi, ne ölçüde farklı biçimlerde yeniden üretti?
Bir kere herhalde, bugünün Türkiye’sinde bir siyaset kültürü kutuplaşmasına dönüşmüş “sağ” ile “sol” arasındaki mesafeyi etkiledi. Kendisinden daha yaşlı aile üyeleri AKP destekçisi olan bir genç dindar kitle var artık, farklı sosyalleştiler ama gözleri de farklı açıldı – adına İslamcılık yahut Müslümanlık ne dersek diyelim, mevcut bezirganlık rejiminin bunu kirlettiğini düşünüyorlar. Gezi’de bu kitlenin çok küçük bir parçası (daha radikal olanları) vardı ama, “sağ”dan bu kesimin uzaklaştığının bir işareti vardı. Öte yandan, CHP’nin sağında bulunup, Kürtler kadar Sünni-dindar kesime de nefret besleyenlerin de “sol”daki sakil konumu iyice belirginleşti. Örneğin Doğu Perinçek hapisten çıkar çıkmaz Kürt hareketine karşı AKP’yi bile utandıracak ders verici, ayrımcı sözler etmeye başlamış, “Gezi Ruhlu” olmak bir tarafa, ulusalcıların yatacak yeri yok. Ama burada kilit, CHP siyaseti. Alevi topluluklar üzerinde de, sosyalizm ile sosyal demokrasi arasındaki eksene oturan, sayıca daha az eylemciler üzerinde de belli bir çekim gücü var. Bu güç dağılmadıkça AKP’den zaten uzak kalanlarla uzaklaşanlar arasında alternatif bağlar oluşturmak çok zor.

İstanbul söz konusu ise Okmeydanı, Gazi, Nurtepe gibi ilçeler Türkiye söz konusu ise İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki iller çoğunlukla Gezi eylemleri tartışmasının çeperinde kalıyor. Kitapta da çok değinilmeyen bu mekânlardaki farklı deneyimleri nasıl ilişkisel bir biçimde düşünebiliriz?
Gözleminiz çok yerinde. Başka yayınlarda da fark edilen bir eğilim, özellikle isyanla ilgili fotoğraf albümlerinde. İstanbul’un çeperinin veya Türkiye’nin çeperinin Gezi epizotunda daha az öne çıkarılmasının bence temel nedeni, simgesel mücadele düzleminde baskın olan üretimin ve temsiliyetin, kültürel sermayesi daha fazla olan grupların tekelinde kalması. İyi-kötü tüm Türkiye’de direnişin bir parçası olmuş herkesi birleştirici temel talep hükümetin istifa etmesiydi ama, hareketin çeperinde farklı taleplere sahip olanların, örneğin Taksim veya Kızılay etrafındakiler kadar mobilizasyon kapasitesi yoktu. Örneğin Okmeydanı dediniz, mekânsal yoksulluğa ve ayrımcılığa tepki olarak beliriveren protestoların en büyük dezavantajı, yine o mekân aslında. Gezi’den sonra farklı kent mekânlarındaki rahatsızlıklar, eşitsizlik ve haksızlık hissiyâtı ilmeklenemedi. Mücadeleler tarihine bakın, bu tür bir mekânlar-arası kalıcı bağ kurmayı yapabilen bellidir; parti yapar, sendika yapar, hareket örgütü yapar. Gezi’nin böyle bir çıktısı yok. Yıldönümü filan kutlayalım da, bunu da mesele yapalım der gönül.

Kitapta sorulan bir soruyu biraz değiştirip size yönelterek bitirelim. Akademiyi/sosyal bilimleri de içerecek anlamda, düşünsel-kültürel alanda bir Gezi etkisi yaratılabilir mi?
Koşullarını olgunlaştırabilirsek olur. Genel olarak bilim üretiminin, özel olarak sosyal bilimlerin siyaset alanından da, ekonomi alanından da özerkliğini kazanamamasının nedenlerini ortaya çıkarabilmemiz lazım. Hayatını bilimle uğraşarak kazananlar için akademi içinde bir isyan hareketi başlatmanın daha farklı zorlukları var. Hedef alınacak hasım ne, kimden ne talep edilecek? Gezi’de olduğu gibi yenmesi zor ama karşısına alması kolay AKP gibi bir hasım yok akademide. Bilimin üretilmesi, yönetilmesi ve yönlendirilmesindeki şerrin tamamını hükümete yıkamazsınız. Sizin potansiyel “çapulcu” bildiğiniz ama şerrin en azından bir kısmına dokunulmamasından çıkarı olan bir sürü aktör var.

babilcomdanalabilirsiniz

Gezi ve Sosyoloji – Vefa Saygın Öğütle, Emrah Göker
Ayrıntı Yayınları  / Schola Dizisi