Selçuk Küpçük

1960’lı yıllardan itibaren Güney Amerika’da şekillenen ve dünyanın farklı coğrafyalarında kendine mahsus formları ile benzer müzik hareketlerini etkilemiş “Yeni Şarkı/Türkü” akımının Şili’deki öncülerinden Victor Jara’nın eşi Joan Turner, kocasının emperyalizmin yerel işbirlikçi kuvvetleri tarafından şehir stadında öldürülüşünü anlatırken şöyle diyordu: “18 Eylül günü, sabahın erken saatlerinde, eve, Victor’un cesedinin teşhis edildiğini söyleyen bir genç geldi. Victor’un cesedi teşhis edilmişti, zaten herkesin çok iyi tanıdığı bir yüzdü. Bu çocuk beni almaya gelmişti, Victor’un cesedini alabileyim ve onu gömebileyim diye. Çünkü hâlihazırda iki gündür oradaydı ve üç gün sonra cesetler alınıp toplu bir mezarda gömülebilirdi. Onunla birlikte gittim, yaşlı, genç yüzlerce Şilili işçinin, öğrencinin elleri hâlâ arkalarından bağlı cesetleriyle dolu Santiago Şehir Morgu’nu gördüm. Makinalı tüfek kurşunlarıyla dolu cesetleri gördüm. Ceset yığınının içinden Victor’un cesedini bulamıyordum. Ofislerin bulunduğu ikinci kata çıktım, burası da sıra sıra cesetle doluydu. Ve onların içinden Victor’u buldum. Vücudu kanlıydı, çok hırpalanmıştı. Elleri kırık bileklerinden sarkıyordu ve makinalı tüfek kurşunlarıyla dolu vücudu yarı çıplaktı. Yüzü, kan revan içindeydi. Ben cesedini sonunda alabildim, cesedini almama ve mezarlığa gömmeme izin verdiler. Öğrencilerle ve işçi arkadaşlarıyla birlikte ölmekten mutluluk duyduğunu düşündüm”. Üzerine bastığı topraklarını, ülkesini sömürmeye karar vermiş emperyalistler ve onun işbirlikçileri karşısında şarkılar söyleyip halkını estetik bir muhalefete davet eden öncü bir ozan olarak Victor Jara’nın 1973’te vücuduna boşaltılan kurşunlarla yok edilmeye çalışılmasına dair eşinin bu cümlelerini okuduğum vakit Kafkasyalı sanatçı İmam Alim Sultan geldi aklıma.

İmam Alim, ailesi Kazakistan’da sürgündeyken 1957 yılında doğmuş Çeçen bir müzisyen. Ziraat eğitimi almasına rağmen bu işi yapmayarak o da Jara gibi halkı için elinde gitarı ile özgürlük şarkıları söylemeye karar vermiş bir öncü sanatçı. Dolayısıyla Şili’de Amerika’nın düzenlediği darbe sonrası tutuklanan ve öldürülmeden evvel gitar çalmaması için parmakları kırılan Jara ile aynı kaderin, aynı türkünün, aynı vicdanın çocuğudur. Jara Güney Amerika için ne ifade ediyorsa, İmam Alim de Kafkasya için aynı onurlu cümlelere karşılık gelir bu yüzden. 1990’larda işgal edilen topraklarını elinde gitarı ile cephe cephe dolaşarak, direniş ortaya koyan kardeşlerine umutlarını kaybetmemeleri, atalarından devraldıkları mücadele tarihini arkalarından gelecek kuşaklara onurlu biçimde bırakmaları için şarkılar söyleyen bir müzisyenden bahsediyoruz aynı zamanda.

İmam Alim Sultan 1996 yılının 11 Kasım günü kader arkadaşı Victor Jara gibi üzerine kurşunlar boşaltılarak benzer güç odaklarınca katledildi. Bu katliam belki o, elinde gitarı ile cephe cephe gezerken gerçekleştirilse idi vicdanlı kişilerin yüreklerinde taşıdıkları acının dozu farklı olabilirdi. Ama maalesef sıcak çatışmaların yaşandığı cephelerden çok uzaklarda, sivil insanların hayata dair olağan meşguliyetlerini pratiğe döktüğü bir kentte, topraklarını işgal edenlerce suikasta kurban gitmiştir. Odesa şehrindeki bir otelde üç Çeçen arkadaşıyla beraber istirahat ederken birdenbire kapının hararetle çalınmaya başlanıp “Beyefendi! Arkadaşınız otelin önünde bir kaza geçirdi. Lütfen kapıyı açın!” seslenişi ile gerçekleşen bu katliam, zalimlerin, elinde sazı ile direniş şarkıları söyleyenlerden ne kadar korktuklarının da bir göstergesi aslında. Arkadaşına yardım etmek için kapıyı açıp dışarı çıkmaya çalışan İmam Alim’in karşısında gördüğü kişi, celladından başkası değildir maalesef. Topraklarını işgal eden emperyalist ülkenin gizli servis elemanı elinde tereddütsüzce tuttuğu silahındaki mermileri İmam Alim’in, halkının acılarını bir bayrak gibi taşıdığı merhametli göğsüne doğru boşaltır. Orta boylu, siyah saçlı, açık alınlı ve iki çocuğunun sıcaklığını taşıyan geniş omuzlu bedeni parçalanmış olarak yere yığılır İmam Alim Sultan. Ne gariptir ki bu zamana kadar sadece gitar tutan ve bir insanı öldüremeyecek kadar narin parmakları arasında, biraz evvel odada yazmaya başladığı son şiirinin şu ilk dizelerinin yer aldığı bir kağıt parçası vardır: “Aşığım sana Ya Rab! Bu beden zindanında / Mahpusum, kurtar beni, bir şehadet çağrınla.”

Zalimler türkü okuyanı sevmezler. Türkülerin ürettiği özgürleşme bilinci, başka herhangi bir mücadele biçiminden daha etkilidir çünkü. Shakespeare’in “Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.” sözü bu açıdan sanki modern zamanlarda Güney Amerika’dan Kafkas Dağları’na kadar uzanan mazlum halkların direniş mücadelelerini kayıt altına almak için söylenmiş özel bir hatırlatma gibidir.

İmam Alim Sultan bir yandan cephelerde gezip arkadaşlarına moral verirken bir yandan da atalarından devraldığı ve kendi bestelediği şarkıları tarihe not düşmek için o yıllarda Türkiye’ye gelir. Hatta bir iki şehirde konser verme imkânı da bulduğunu belirtelim. Halkının çaresizlikler içerisinde solukladığı büyük imkânsızlıkları bir müzisyen olarak o da fazlasıyla yaşamaktadır. Elindeki gitarı ve zihinde taşıdığı özgürlük şarkılarından başka hiçbir şeyi yoktur dünya nimeti olarak. “Tolam/Zafer” adını verdiği ve İstanbul’da stüdyoya girip sadece gitarı eşliğinde okuduğu şarkılardan meydana gelen albüm bu yüzden bir müzik ürünü olmaktan çok daha derin bir anlam taşımakta. Bu anlam, Jara’nın Şili’de susturulan sesinin yıllar sonra bir başka ezilen coğrafya olarak Kafkasya’da karşılık bulmasının tarihidir. Dili, dini, dünyaya dair politik duruşu ne olursa olsun güçlü ve zalim olan karşısında haktan, adaletten, vicdandan yana durmanın tarihidir.

İmam Alim Sultan’ın Türkiye’de yayınlanan albümü o zamana dek kimsenin pek duymadığı Çeçence gibi özel bir dilde okunmasına rağmen onun sesine sirayet eden onurlu hüznü hissetmemek mümkün değildi. Çünkü bu hüzün artistik bir şarkı okumanın çok ötesinde, yüzyıllar boyu acılar çeken, yerinden yurdundan kovulan bir halkın toplumsal belleğinin içerilerine işlemiş kolektif duygunun izlerini taşımaktadır. Ve bu iz, dilleri, dinleri anlamsızlaştıran çok daha evrensel bir insan hikâyesine aittir. Bu yüzden ne söylediğini bilmememize karşın Jara’yı da İmam Alim’i de dinlerken, seslerinin frekansında yolculuk eden onurlu hüznü hepimiz anlarız.

Tedirgin bir coşku taşıdığını hissettiğimiz bu şarkılar bir müzik eserinden ziyade, Kafkasya’nın sert dağları arasından yol iz bulup bize kadar ulaşan çığlıklardı adeta. Jara’nın bir sözü var: “Ben sesim güzel olduğu için değil, türkü söylemeyi çok sevdiğim için değil, türkü söylemek gerekliliğine inandığım için türkü söylüyorum.” İmam Alim’in bu tedirgin coşku eşliğinde okuduğu şarkılar da bir anlamda gerekliliği için tarihe not düşülmüş ezgilerdir. Acıyla sınanmış, kayıplara tanıklık etmiş trajedileri taşıyan bu şarkıları okumak tarihin İmam Alim’e biçtiği roldür artık.

Türkiye’de Jara ve benzeri sanatçılar hakkında duyarlılık gösteren, müzikal muhalefetin arihine yoğunlaşan çevrelerin İmam Alim Sultan ismine, onun mücadelesinin anlamına yönelik zihni bir pratik ortaya koymamaları meselesine de değinmek gerekli. 1995 yılında Çeçenya’daki savaşı gözlemlemek için giden bir gazeteye verdiği söyleşide kendisinin “Ezgilerin sınırı yoktur.” demesi gibi aslında dünyanın her yerinde emperyalizme karşı verilen mücadeleler için söylenen şarkılar birbirine eklemlenen uçsuz bucaksız coğrafyaları kardeş kılan bir bellekten beslendiğini göstermektedir. Bu yüzden müziğin bir sınırı, bir önyargısı yoktur. Şarkıların sözlerini bilmesek de ruhlar âleminde kulağımıza çalınan o ezgi mutlak hepimize tanıdık geliyor çünkü. Müziğin bu ortak ezgisini tanıyamayanlar aynı zamanda “insani” olabilmenin erdemini de yitirenlerdir maalesef. Netice itibariyle müzik ayrıştıran değil, ortak duygulara çağıran, insanın içindeki şiddet eğilimini emen, fazlalıklarımızı alan, bizi “bir” olmanın mutmainliğine çağıran ve zulüm karşısında adalet kavramını öne çıkartan bir ses ve bilinç üretir.

İmam Alim imkansızlıklar yaşarken Türkiye’ye kayıt yapmak için geldiğinde, aynı stüdyoda karşılaştığı aranjör-müzisyen Gündoğar’ın bir tanıklığı hepimiz için kıymet taşımalı. Çeçen sanatçı o kadar yokluk halindedir ki, gitarını çalarken pena niyetine kullandığı yardımcı alet, gelişigüzel biçimde kesilmiş bir plastik parçasından başka bir şey değildir. Gündoğar hem İmam Alim’den bir hatıra kalması hem de çalarken gerçek bir pena kullanabilmesi için çıkartıp kendi gitarının penasını verir. Bir gün sanatçı Gündoğar’a İmam Alim’i sorarsanız, hâlâ cüzdanında taşıdığı o plastik parçasını çıkartıp gösterecektir size. O pena hak ve adalet arayışımızın hiç durmadan sürdüğü binlerce yıl boyu mazlumların sesi olan şarkıları çalan penadır. 

Arka Kapak dergisi 29. sayı