Yazar: Nihal Yormaz

Virginia Woolf deyince akıllarda çok renkli bir portre canlanıyor. Her renk var bu portrede fakat kimi zaman hüzünlü renkler ağır basıyor. Woolf’un eserlerinden taşan zekâsına ve şapka çıkartılacak bilge cümlelerine yakıştıramıyor insan bu hüznü. Ancak yazarın kendine has üslubunda gizli bu hüzün, onun bir parçası.

Çok nefis ekmek pişiren, evi baştan sona kitap ve dergilerle dolup taşan, Çim bowlinginde rakip tanımayan, yemek tabakları metal işlemeli ve mor renkte olan, kahvenin en kalitelisini içen bu nevi şahsına münhasır kadını, popüler kültürün dayattığı “deli” portresi içerisinde bir yere koymaya zorlanıyor insan. Bazen öyle şeyler söylüyor ki, en güleç satırlarının arasından yüzünüze yüksek hızla bir hüzün bulutu çarpabiliyor. Fark etmeden kendinizi onun büyüsüne kaptırmış buluyorsunuz ve aklınıza bir soru takılıveriyor: “Neden böyle bu kadın?”

1882’de Londra’da Sir Leslie Stephen’ın kızı olarak dünyaya geldi Virginia Woolf. 1941 yılının 28 Mart günü ceketinin ceplerine ağır taşlar doldurarak kendisini Ouse Nehri’nin serin sularına bıraktığında ise 59 yaşındaydı. Baş edemeyeceği, etmek istemeyeceği, yıllar içinde defalarca nükseden ve bir kısır döngü hâlini alan öyle bir buhrandı ki yaşadığı, Woolf’a göre her şeyi geride bırakıp gitmekten başka seçenek kalmamıştı. Hayatı boyunca faklı farklı dönemlerde akıl hastalığıyla, ruhsal sorunlarla boğuşan Woolf, yıllarca bu sorunlar dolayısıyla yaşadığı acıların anılarından ve tedavi dönemlerinde edindiği deneyimlerden yararlanarak yazısını ve güncelerini zenginleştirmiş olsa da, aslında tüm bunlar onu her geçen gün sona biraz daha yaklaştırıyordu.

Hiç okula gitmedi Virginia. İngiltere’nin seçkin entellektüellerinden biri olan editör babası, Virginia’nın evde eğitim görmesini sağladı. Bir yandan özel öğretmenlerden Latince ve Klasik Yunanca dersler alırken bir yandan da babasının görkemli kütüphanesinde kendini geliştirmeye çalışıyordu. Daha minicik bir kız çocuğuyken ağabeyi Thoby ile evde Hyde Park Gate News adlı haftalık bir dergi çıkarmaya başlamış olması da onun gelecekte ne kadar başarılı bir yazar olacağına dair önemli ipuçları barındırıyordu. Annesi grip nedeniyle 1895’te aniden öldüğünde Virginia henüz 13 yaşındaydı. Bu ölüm onu derinden etkilemişti ve 2 yıl sonra, ömrünün geri kalanında sık sık karşı karşıya geleceği sinir bozukluğuyla kendini gösteren buhran nöbetleriyle tanışmıştı. Hayali yaratıklarla konuşma ve gaipten sesler duyarak halüsinasyonlar görme şeklinde zaman zaman kendini gösteren bu nöbetler, en azından o dönemde hayatının tamamını etkilemiyordu. Gelecekte ise durum biraz daha farklı olacaktı.

1904’te babasının kaybından sonra yeni bir kriz dönemine daha giren Woolf’un bu süreci atlatması ise çok kolay olmadı. Çözümü yedi tane hizmetçi, onlara yardımcı olan başka kadınlar ve aile üyeleriyle birlikte yaşadığı 22 Hyde Park Gate’teki altı katlı evden, kardeşleri Vanessa, Thoby ve Adrian ile birlikte Londra‘nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınmakta buldu. Böylece Woolf, hayatında yeni bir sayfa açmış ve bu yeni sayfa ile ilgili de ilerleyen zamanlarda şu ifadeleri kullanmıştı:

“Yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inebildiğim bir dönemdi.”

1905’te Times Literary Supplement’e edebi eleştiri yazıları yazarak profesyonel olarak yazın hayatına başladı Virginia. Babasının ölümü sonrası yaşadığı ağır buhran ağabeyi Thoby’nin, kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı tifodan ölmesiyle nüksetti. Başa çıkılmaz bir hâl alan Woolf’un bu buhranının ilacı ise Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemek oldu. Bu toplantılarda hem açık sözlülüğü hem de sivri diliyle öne çıkıyordu Virginia Woolf. Gün geçtikçe de daha çok adı duyuluyordu. Zira Times Literary Supplement’in yanı sıra, aylık olarak yayınlanan Cornhill dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya da başlamıştı. Bir yandan özel hayatında da gelişmeler olacaktı.

1912’de ağabeyi Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’ten sol kanat siyaset kuramcısı Leonard Woolf’la tanıştı. Bu tanışma, Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktası olacaktı. Çünkü Leonard, ömrü boyunca Virginia’nın yanında olmayı, onun ruh sağlığıyla ilgili yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmesi için en büyük gözeticisi, ayrıca Virginia’nın yaratıcı zekâsının da en önemli destekçisi olmayı seçecekti. Leonard’ın tüm bu destekçi ve özverili tavrına karşın Virginia, evliliklerinin ilk yıllarında, 1913’ten 1915’e kadar, yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçiriyordu. Ve işte bu dönem, onun ilk intihar girişimine de tanıklık eden dönemdi. Yaşadığı bu ruhsal bunalım, öncekilerin hepsinden çok daha şiddetli ve uzun süreli oldu. Çünkü kocası Leonard, birçok doktorla konuştuktan sonra evliliklerinin çocuksuz devamına karar vermişti ve Virginia bu kararı onaylamak zorunda kalmaktan hiçbir zaman hoşnut olmayacaktı. Hamilelik yaşayamamış olmayı büyük bir başarısızlık olarak gören ve kendisini bu nedenle asla tam olarak bir kadın gibi hissedemeyen Virginia, sonunda bir kliniğe yatırıldı. Fakat Virginia’nın sürprizleri bitmiyordu. Kendisine her türlü beyinsel uğraşın yasaklandığı klinikten evine tam olarak iyileşmeden geri dönmüş ve kocasının onu tekrar kliniğe yatırma girişimlerine şiddetle karşı çıkmıştı. Çaresiz kalan Leonard, Virginia’ya oyalanacağı bir uğraş bulmak amacıyla Hogarth Press’i kurdu. T. S. Eliot, Katherine Mansfield, E. M. Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak kısa zamanda saygın bir yayınevi hâline gelen Hogarth Press’in sahibi olmak Virginia Woolf’a da yazar olarak özgürlük kazandırıyordu.

Profesyonel yazın hayatı boyunca birçok başarılı esere imza atan Woolf, kitaplarında yaşamı ve ölümü, sağlığı ve çılgınlığı, toplum düzenini ve düzensizliğini işleyerek zaman içinde kendine has bir roman tekniği geliştirdi. Üzerine en çok eğildiği konulardan biri ise kadın haklarıydı ve 1929’da kadınların yazarlık ya da başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir oda ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini savunduğu A Room of One’s Own (Kendine Ait Bir Oda) ile toplumda büyük bir yankı uyandırdı. 1931’de The Waves’i (Dalgalar), 1937’de ise The Years’ı (Yıllar) kaleme aldı.

Woolf, savaştan ve onun yıkıcı etkilerinden fazlasıyla etkileniyordu. Lytton Strachey, Roger Fry, Janet Case ve Lady Ottoline Morrell’in de aralarında olduğu tüm eski dostlarını kaybeden Woolf, yeni ve en ağır buhranlarından birini yaşamaya başladı. Artık sona, dayanma sınırının en son noktasına her geçen gün biraz daha yaklaşıyordu. 1939’da, II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Virginia bir kez daha intiharı düşünmeye başladı. Savaş artık iyice kapılarına gelmiş dayanmıştı. Londra’da Luftwaffe’nin hava saldırıları, evlerinin bir bölümüyle Hogarth Press’in bürosundan geriye koca bir enkaz bırakmıştı. Neyse ki Woolf çifti, büyük bir çabayla Virginia’nın babasının kütüphanesinden kalan ve yayınevleri Hogarth Press tarafından basılmış binlerce kitabı kurtarmayı başardı. Lakin cilt cilt Fransız ve İngiliz klasikler ortalıkta dağınıklık yapıyorlardı ve yıllarca büyük bir özen ve düzen içinde duran kitapların yarattığı bu dağınıklık ne Leonard’ın ne de Virginia’nın sinirlerine iyi geliyordu.

Yaşadığı tüm bu sinir bozucu olaylar arasında kendine güveni olmadığı hâlde yazmayı sürdürdü Virginia. 26 Şubat 1941’de Between the Acts (Perde Arası) adlı kitabını bitirerek müsveddesini Leonard’a verdi. Leonard kitaba bayıldı, hemen basılmasını önerdi. Fakat kitabı yazma döneminde kendini çok iyi hisseden Virginia, kitabının son okumasını yaparken epey bir gözden geçirilmesi gerektiğine karar vererek romanın yayınlanmasını istemedi. Hazin son gelip çatmıştı. Artık ne okuyabiliyor ne yazabiliyor ne de düşünebiliyordu. Aklını tamamen kaçırmaktan korktuğu bir günde, 28 Mart 1941’de, ölmeye karar verdi. Son kez intiharı deneyecek ve bu kez başaracaktı. Kocası Leonard’a bir veda mektubu yazan Woolf, bastonuyla Ouse ırmağına kadar yürüyüp ceplerine taş doldurdu. Ve kendini Ouse ırmağının sularına bırakarak hayatla ve korkularıyla vedalaştı.

1941 martında, intihar ettiği ay, Virginia güncesine sadece iki defa yazmış ve ikisinde de intihar olasılığından hiç söz etmemişti. Bu planı ne zaman ve nasıl yaptığı da bu nedenle büyük bir muamma. Woolf’un eşi Leonard’a yazdığı son mektubu ise konuyu biraz olsun açıklıyor. İşte o mektup:

En sevdiğim,

Yine delirecekmişim; bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum.

Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin.

Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse, seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.

V.

Leonard, intihar olayından 3 hafta sonra bulunabilen Virginia’nın cesedini yaktırdıktan sonra küllerini Monks House’daki evlerinin bahçesine, büyük karaağaçlardan birinin altına gömdü. Mezar taşına ise Virginia’nın Dalgalar adlı kitabının sonunda geçen şu cümlesini yazdırdı:

“Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve boyun eğmeden, ey ölüm!”

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 8.sayısında yayınlanmıştır.