Röportaj: Gökçe Özder

Necati Tosuner’i daha çok yetişkinler için yazdığı roman ve öyküleriyle bilsek de kendisinin 1977’de yayımlanan Keleş Osman’ın Maceraları ile başlayan bir çocuk kitabı yazarlığı serüveni de mevcut. Bu kitabın serinin devam kitabıyla birlikte 2008 senesinde Keleş Osman adıyla Günışığı Kitaplığı Köprü Kitaplar serisinin ilk kitabı olarak yayımlanmasının ardından Necati Tosuner de birbiri ardı sıra çocuk kitapları yayımlamaya başladı. Türkçeyi en mükemmel şekilde kullanan yazarlardan biri olan Necati Tosuner’i bir sonbahar gününde evinde ziyaret ettik ve onunla çocuk kitapları yazarlığı serüvenini konuştuk.  

Keleş Osman romanınız bana Orhan Kemal’in Avare Yıllar romanını anımsattı. Konusu benzer, duygusu benzer… Fakat farklı olan bir şey var, o da kategorisi. Keleş Osman çocuk romanı olarak yayımlanıyorken Avare Yıllar için böyle bir durum söz konusu değil. Siz bu metni en başta çocuklara yönelik mi yazmıştınız? Bu incelikli çocuk duyarlığınızın kaynağı neydi?

Öncelikle iki şey söyleyeyim, Şeker Portakalı çocuklar için yazılmadı. Birinci dayanak noktası. İkincisi, diyalog yazmayı Orhan Kemal’den öğrendim. 

Çocuk kitabı olmasa da zaten yazarların ilk kitapları kendi öz geçmişine çok yaslanan metinler olur. Biz Ankara’da oturuyorduk. Bir memur ailesinin çocuğuyum. Bu sakatlık nedeniyle uzun süreler yatmak zorunda kaldım hiç kalkmadan. O zamanlar okumak hani arkadaş denir ya, tam arkadaştı, televizyon yok bir şey yok. Öte yandan bir yerlere gitme duygusu vardı bende hep. Altı çocuğun içinde, özellikle başına böyle bir iş gelmiş olduğu için sevilen bir çocuktum ama yine de evden kaçma fikri vardı aklımda. Kaptan olmak istiyordum hatta daha deniz görmemişken. Abim tıp fakültesinde okuyordu, İstanbul’da, o anlatırdı denizi. Bana beyaz bir şapka buldular, bir kokart işledi ablalarımdan biri, çapa şeklinde. Yıkanmayı da hiç sevmem ama nasıl bir denizcilikse deniz görmemiş, yıkanmayı sevmez, kaptan olacak… Çocuk dünyasının o yaratıcılığı ve kendini inandırma gücü işte. Kendi kendime demişim ki ben giderim ve kaptan olurum. Keleş Osman ve arkadaşı Hasan da öyle düşünmüşler. İstanbul’a gidilir ve hemen kaptan olunur. 


Keleş Osman
Necati Tosuner
Günışığı Kitaplığı

Sonra çocukluk dönemi geride kaldı, evden kaçmadım ama kafada birkaç kere kaçmış oldum. 

Ankara’da lisedeyken öyküler yazmaya, yayımlamaya başladım, akşamları çıkan Resimli Posta adlı gazetesinde. Lisede derslerim kötüledi, üç yılda bir sınıf geçebildim. Öyle olunca ben İstanbul’a gitmeye karar verdim. O arada Varlık’ı daha yeni tanıyorum, yazmak istiyorum bir yandan ama nasıl yazılır, bildiğim yok. Daha sonradan belirli disiplin içinde okumaya başlayınca gördüm ki o zaman Sait Faik’i falan okumuşum ama yazar adına bakarak kitap seçmeyi bilmiyorum henüz. Sonra İstanbul’a geldim, Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldum, orada bir bekâr odasında kaldım. İki yıl orada oturdum, liseyi bitirdim, Almanya’ya gittim. Almanya serüvenimin de ilk ayağı oldu bu. 

O evden kaçma meselesi… Keleş Osman’daki o mekânlar benim Ankara-İstanbul arasındaki otobüs yolculuklarında sık sık gördüğüm mekânlardı. Sapanca, Kocaeli, Bolu… Oralarda durup denizi seyret…

Almanya’dan dönüşte İstanbul’da yaşamaya başladım. 1976’da. Yayınevlerinde çalışıyorum, o arada Erdal Öz “Arkadaş Kitaplar” diye bir dizi yapmıştı, nasıl ilgi görüyordu o çocuk kitapları. Bana dediler ki sen de bir tane yazsana. Çünkü o zaman roman yazmışım ama yayımlatmakta zorlanıyorum. O zaman Keleş Osman’ın ilk kitabını Keleş Osman Evden Kaçıyor’u yazdım. 

Diyeceğim, çocuk dünyasını kendi çocukluğumdan biliyorum. Yetişkin olarak Hasan diye bir arkadaşım yoktu ama onun yanında birinin olması diyaloglar için gerekliydi. Tek başına kaçması başka bir durum, biriyle birlikte kaçarsa serüvenin rengi değişecek. Biri iyi şey yapar, öbürü onu yapmaz. Öyle değişik çiçekler koyma olanağı veriyor yazara. O şekilde yazdım, yayınevi kurmaya karar verince bunun ikincisini de yazmaya niyetlendim. Yazması daha kolaydı, çünkü belirli bir karakteri vardı ki o karakter iyi işlenmiş bir karakterdir.

Yani ben çocukluğumdaki şeylerden, çocuk kafasıyla bakıyorum, Keleş Osman’ın bakışlarıyla. 

Diyalog kullanmayı çok seviyorsunuz. Dahası Keleş Osman’ın özellikle ikinci kitabında diyaloglarınız yer yer “dedim-dedi” manisi şeklini alıyor. Bununla birlikte yerel sözcükleri, atasözü ve deyimleri de kullanmayı çok seviyorsunuz. Sözlü dil sizin edebiyatınızın neresinde duruyor?

Bizim aldığımız orta eğitimle alakalı. O dönem şöyle bir anlayış vardı: Türkçeden kalan sınıfta kalır. 

Ortaokuldayken Fikret Bey diye bir öğretmenim vardı. Beni bir yere gönderdi, top oynanan boş bir alana, bazı günler de pazar kurulurdu. Onun önerisiyle gidip orayı gezdim, duyduklarımı yazdım. Yazdığım diyaloglar benim değildi ama hocam bunları beğendi. Sonra ben bu bilgiden yararlandım yazar olarak. Resimli Posta gazetesinde otuz kadar öykü yayımladım bu sokak, gazete diliyle. Ama baktım ki edebiyatın dili farklı. Rastlantıyla Ankara’da Ataç’ın Sözcükleri diye bir kitap buldum. Nurullah Ataç’ın uydurduğu, kullandığı, derlediği sözcüklerin bir sözlük olmuş hali. Ben o sözlükten kendime bir sözlük yaptım. Bunu kullanırım, şunu kullanmam diye. Zaman içinde o da değişti. Farklı şeyler denedim. Dil bilincim böyle gelişti. 

Türklerin en büyük başarısı Türkçedir. Almanca kural dışı özelliklerle doludur, onları öğrenince Almanca öğrenilir. Ben Almancayı, bildiğim Türkçe sayesinde öğrendim. İlk kitabım Özgürlük Masalı’nın içinde dokuz tane öykü vardı. Düşünün, bir lise öğrencisi kendi parasıyla kitabını bastırıyor. Her yazdığını Kuranı Kerim sanacak kadar önemsiyor. Ama yine de bir bilinç var, o gazete döneminde yazdığı otuz öyküsünü kitaba almıyor. Bu sayede bugün Özgürlük Masalı halen okunuyor. Yalnızlıktan Devren Kiralık’ta cep telefonuyla görüşmeler de vardır, diyaloglardan karakterin Çınarcık’ta olduğunu anlarız. Sancı… Sancı..’da Alman Petra ile Türk Osman arasındaki diyalogları da başarılıdır, O konuşmalar Almanca yapıldığı halde Türkçesi çeviri kokmaz. Tabii o kitapta birçok şey yaşanılarak yazılmıştır. 


Özgürlük Masalı
Necati Tosuner
İş Bankası Kültür Yayınları

Tahir Alangu’nun Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı diye üç ciltlik bir kitabı vardı. Onu ben bir yol haritası olarak alıp Alangu’nun işlediği bütün yazarları okudum. Okuyarak yazar nasıl yazılacağını öğrendiği gibi nasıl yazılmayacağını da öğrenir. Ama bunun için kimseye burun kıvırmadan herkesi okumak gerekir. 

Çocuk kitaplarınızda da her zamanki eksiltili, kısa cümleli, zaman zaman kapalı üslubunuzdan taviz vermiyorsunuz. Yazarken aklınıza çocuk okurun geldiği ve üslubunuzun anlaşılmayacağından endişe duyduğunuz oluyor mu?

Çocuğun hayal gücünün çok önemli olduğuna inanırım. Çocuk ne anlar değil, çocuk anlar. Yazar çocuğa vermek istediğini onun uzanacağı bir yere koyar, çocuk onu kendi alır. Hatta yazar iki parmak daha yukarı koyar ki çocuk ayak parmaklarının üzerinde kalkıp alsın. Biliyor muyuz, çocuklar hakkında bir standart mı var, şöyle yazılır böyle yazılır diyoruz? Yetişkinler için bile bir standart yok. Çocuğun bilmesi gerekmeyen şeyleri çocuğa anlatmak risklidir tabii. Ortalıkta bıçak bırakmamak gerekir. Onun dışında çocuk her şeyi anlar. 

Maalesef yazarlar çocuğu kolay ikna edilir buluyorlar. Çocuğu ikna etmesi çok zordur. Mantık dışı şeyleri bile belli bir mantık içinde, inandırıcı bir şekilde söylemek gerekir ki o masallara inanılsın. O mantıksız şeylerin kendi içinde bir mantığı vardır. O yüzden hangi çocuk, hangi çocuk? Çocuklardaki zekâyı birçok yetişkinde bulamazsın, çocukları basit görmemek lazım.

Kitaplarınızda “olay” olmaması yetişkinler tarafından bile eleştirilebiliyor. Kitabın Adı, Dur Bakalım Petek gibi çocuk kitaplarınızda da sahiden çok büyük aksiyonlar yok. Çocuk kitaplarınıza yönelik benzer bir eleştiri aldınız mı daha önce?

Dur Bakalım Petek kitabının başlangıcında Petek arkadaşıyla beraber bir ağacın dibinde oturur. Mine Soysal bakmıştı metne, ne dersiniz diye sordum, yayımlanacak mı? Valla dedi, on sayfa boyunca sadece bir ağacın altında oturuyorlar ve sen okutuyorsun. Çünkü o ağacın altında ne olaylar geçiyor… Gökte o sırada on bin uçak var, burada aydınlık ve başka yerde karanlık… Dünyanın çevresinde her dakika sayısız uçak geçiyor. Yukarısı da bayağı kalabalıkmış. 


Dur Bakalım Petek
Necati Tosuner
Günışığı Kitaplığı

Olay olmadığı eleştirisi Sen ve Kendin için yapılıyor, evet. Ama bu bir polisiye değil sonuçta. Yani böyle bir kitapta olay zorunluluğu yok ki zaten. Eğer bu eve uçak düşmezse burada pek bir olay olmaz. Ama adam buraya oturmuş, oksijen makinesinin hortumu burnunda. Rüyasında hortum içine kaçmış, kılcal damarlarına kadar yayılmış. Olay değil mi bunların hepsi? 

Çoğunlukla ilk gençlik yıllarına yönelik çocuk kitapları yazıyorsunuz. Bir şekilde neredeyse her kitapta karşı cinse duyulan çocuksu aşk temasını görüyoruz. Bunun özel bir sebebi var mı?

Öyle bir şey çocuğun dünyasında var, o anda farkında olmasa da. Ayşe’yi değil Meral’i görünce heyecanlanır, bunun bilincinde olmayabilir ama vardır. 

Bu sıralar üstünde çalıştığınız başka kitaplar var mı?

Bir şey bulmaya bakar, gelirse yazarım. Roman yazmıyorum, son iki üç öykümü de yayımlamadım. Onlar “Kefen Cebi” adlı, son kitabımın son bölümüne girecek. İş Bankası’nda bir kitabım var, adı Salgında, onun basılmasını bekliyorum. Çocuk kitabı yazmayı yine isterim ama yazarlar yayınevlerine dert olmaya başladı. Eskiden kitabım iki bin basılsa iki yılda bitiyordu, şimdi üç yılda bitmiyor. O zaman yayınevine yük biniyor ya da yazdığın zaman bir kenarda duracak mı düşüncesi de çok feci. Yazarın göçüp gittikten sonra son eserlerinin yayımlanması da bir trajedi. Ben Elde Kitap diye bir denemeler kitabı yazdım, 2005’te yayımlandı. Başkalarının kitaplarıyla ilgili düşüncelerimi ve kendimi anlatan denemelerdir. Onun devamı olabilecek bir kitap yapayım diye düşünüyorum. Bunlarda hepsinden önce bir şey yapmış olmanın mutluluğu var, yazar onu yazarak duyar, bir coşkudur o. Eğer okur da bunu beğenirse haz duygusunu o da yaşar. Önemli olan bunu yaşamak, buna inanabilmektir. “Ben yazdım oldu,” değil. Çok enderdir bu. Hulki Aktunç’un dediği gibi: “Onu yazmasan ne değişirdi?” Böyle bir şeyi kendine sorabiliyor musun? Sulhi Dölek’in de bir lafı vardı: “Kimse kafamıza tabanca dayamıyor yaz ulan diye.” Ben de derdim ki “Sulhi, su tabancası bile dayayan yok.” “Sulandırıyorsun yine Necati,” derdi. 

Bu keyifli söyleşiyi kabul ettiğiniz ve evinizi bize açtığınız için çok teşekkür ederiz Necati Bey.