Haydar Ergülen

Silmek, silinmek. Kimdi o “silgiler silerken silinirler de” diyen, Ece Ayhan’dı değil mi, odur, şimdi açıp kitaba bakmak da ayıp olur. Ben de sildikçe siliniyorum işte. Henüz kimseyi silmedim, bu yazıyı bitirince sileceğim bazı adları. Çünkü onları hatırlamak istiyorum. Silmek hatırlamaktır biraz da, öyle ya çoktur unuttuklarımızı silerken hatırlarız. Ayrılırken aşkı hatırladığımız gibi tıpkı. Hani, öldürmeden hemen önce aslında delicesine sevdiğimiz gibi ya da yaralamadan biraz önce benzersiz oluşunu övdüğümüz gibi. Örnekler tutmadı mı, olabilir, insan bazen yazının bir yerine, o anda aklına gelen ve hemen yazmazsa unutacağı bir şeyi, dizeyi, cümleyi not etmek istiyor. Ben bunu çok yeni akıl ettim, o yüzden de pek çok şeyi unuttum gitti. Bu notları da ona sayın, unutmadan söylenene.

Üniversiteye gittiğimiz yıllarda defter taşımazdık, cep defterinden söz ediyorum. Siyaseten sakıncalı sayılırdı; polisin, askerin eline düşersen, telefon defterindeki ya da defterindeki herkese ulaşırlar diye. O yıllarda telefonunu kaydedeceğimiz fazla kimse de yoktu zaten, fazla telefon da yoktu! Asıl şimdi tehlikeli ama zaten her şey dinlenip gözlendiği için cep telefonuna kaydetmişsin etmemişsin, önemi yok!

Habire defterler üzerine yazacağımı söylüyorum ya, ancak yitirince yazabiliyorum. Ne tuhaf. Sanki bu yazıda pek çok konu bir araya geliyor gibi kendiliğinden. Bazen olur. O anda niyet etmediğiniz bir şey, bir söz, bir konu, bir isim usulca yazıya sokulur, sızar, kendini hatırlatır; size de yazmak kalır. Yazmak ne ki hem, sonraki iş. Hatırlamak, hatırlatmak daha güzel, daha değerli.Hatırlamazsak yazamayız. Ama bazen de hatırlamak için yazarız, hatırlatmak için yazarız. Belki de yazı baştan beri hep bir hatıra sanatıydı, yalnızca bir güzel sanat değil yani. Ama yalnızca bir acısanatı da değil, biz anı sanatı diyelim.

Benim böyle asıl meseleye gelemeden, hatta birkaç paragraf sonra ne yazdığımı, niye yazdığımı da unutarak yazıp bitirdiğim, sonra da okuyunca ‘Ben bunu niye yazdım?’ dediğim çok yazım olmuştur. Oluyor işte. Belki de asıl yazı, bu bilmeden yazdığımızdır, asıl bu yazıyı yazmak istemişizdir. Niye olmasın? Yazının da bir hayatı yok mu? O da organik bir şey değil mi? Canlı, yaşayan, nefes alıp veren, iç geçiren, sevinen, kızan, öfkelenen, deliren, üzülen, üzen, yaralanan, can çekişen, ağlayan, gülen, acıkan, doyan, seven, ayrılan, acı çeken, zayıf, ince, uzun, şişman, bakımlı, bakımsız, pürtelaş, sakin, güneşli, bulutlu, yağmurlu, havalı, vakitli, vakitsiz, iyi, kötü, hasta, deli, sağlıklı, budala, garip, zeki, yalnız, kalabalık, kimsesiz, yoksul, varlıklı, inançlı, inançsız, ahlaklı, ahlaksız, erdemli, ezcümle içimizden biri değil mi yazı? Öyleyse, onun da bir hayatı olduğuna göre bir de kaderi vardır. Macerası vardır, yolu, yolculuğu, gecesi gündüzü, ağzı dili vardır.

Belki de başka bir nedeni vardır yazının başlığa uygun olmamasının, vaadini yerine getirmeyip sözünü tutmamasının. Yazar o başlığı atmıştır atmasına ama sonradan hevesi gitmiştir; azalmış, kaybolmuştur; belki de içi elvermez o konuda yazmaya. Örneğin bu yazı. “Telefondan sildiklerim” başlığını attım önce. Neden mi? Çünkü son birkaç yılda öyle çok tanıdık, yakın, candanyakın, şair, yazar, dost, arkadaş, kardeş, ahbap yitirdim ki… Yitirdim ki diyorum çünkü herkes kendi payına yaşar ve herkes kendi payına ölür denildiği gibi tıpkı, kayıplar da öyledir. Bir insanı kaç insan birden yitirir? Ama herkes aynı insanı ayrı ayrı yitirir. Bir insanda bir kardeş, bir ağabey, bir eş, bir baba, bir oğul, bir torun, bir amca, bir dayı, bir… Sonu gelmez sayıda insan ve yakınlık yitirilir. Doğumundan yitimine bir insan bir insandan ibaret değildir, çok insandır.

‘Haziran’da Ölmek Zor’ demişti Hasan Hüseyin Korkmazgil. ‘Orhan Kemal’in güzel anısına’ yazmıştı bu şiiri 1977’de. Ama haziranda ne çok ölümüz var aslında: Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Ahmed Arif. Son yıllarda ölüm Hazirandan taşınmıştı, Temmuz’a, en çok da Ağustos’a. Kimbilir belki de Haziran güzel aydır, yazın ilk gözağrısıdır, cumartesi günü gibi bir şeydir diyedir. Eh; yeterince avutucu, kandırıcı, inandırıcı gerekçeler. Biliyorsunuz en güzeli de insanın kendini kandırmasıdır, şeker gibi bir şey… Sonra birdenbire kardeşimi yitirdim. Şaka gibi. Şimdi bunu yazmak, ‘şaka gibi’ demek bile şaka gibi. Haziran’ın 29’uydu. Önceki gece DAEŞ Atatürk Havalimanına saldırmış ve 45 cana kıymıştı, Haziran kanlı bitiyordu. Haziran’da ölmek kolaylaşıvermişti işte! Hastanede kardeşimin yanında bunları geçiriyordum aklımdan. Ertesi sabah da Halil’i, canım kardeşimi uğurladık sonsuzluğa. 6 kardeşiz, ben en büyükleriyim, ağabeyim, Halil üçüncümüzdü. Kardeşi yitirmek, çocuğunu yitirmek gibi bir şey. Ben, 54 yaşındaki kardeşimi değil de sünnet fotoğrafımızda 5-6 yaşında olan o kocaman karagözlü çocuğu yitirmiş gibi oldum. Kardeşimi yitirdim, o çocuğu yitirdim, çocukluğu yitirdim, üstelik bu Haziran sonunda oldu. Hasan Hüseyin’in dediği gibi oldu: “ah yavrum/ah güzelim/canım benim, sevdiceğim/bitanem/kısa sürdü bu yolculuk/n’eylersin ki sonu yok/gece leylak/ve tomurcuk kokuyor/uy anam anam/haziranda ölmek zor.” Haziran’da kalmak da zor şair!

Bu yazıyı Temmuz’da yazıyorum, bu karayazıyı demeliyim aslında; “alnıma yazılmış bu karayazı /kader böyle imiş ağlarım bazı/gönül ey sebebim ey” dediği gibi, sesi siyah mı kül mü artık bilemediğim bir türkücünün. Yanık Temmuz’da yazıyorum ben de, hala yanan, külleri savrulan, yüreğimize dolan Temmuz. Annemin “felek evin yıkılsın!” ilenmesine benzer, “Temmuz evin yıklısın” demek isterim ben de, çok dedim, ama ne yağmur ne şiir ne acı hiçbiri yangını söndürmeye, külü susturmaya yetmedi, yetmiyor.

Ne koyalım bu acının adını der gibi, ne koyalım bu yazının adını diye soruyorum, Acının adını koymak daha da acı olmaz mı, acıtmaz mı derseniz, haklısınız derim. Lakin acıyla yaşayacağına adıyla yaşasın demek de var, acı adıyla yaşasın, sürsün, ki utanması gerekenler utansın, hesap vermesi gerekenler hesap versin, yargılanması gerekenler yargılansın, elbette huzur-u mahşerde divana da kalır, kalacak ama, artık bazı hesaplar da bu dünyada görülsün, görülmeli. Çünkü bazen inanın insana, hayvana ve tabiata zulmü öyle bir sınıra geliyor, tahammülü öyle imkansız oluyor ki, dervişmeşrep biri, bir tasavvuf ehli ve ehlibeytin bendelerinden biri dahi, “Yorulan yorulsun ben yorulmazam/derviş makamından ben ayrılmazam/dünya kadısına ben sorulmazam/kalsın benim davam divana kalsın” dediğini de unutmadan ama, davanın divandan önce hallini isteyebiliyor.

…Telefondan isim silmek de acı geldi bana şimdi. Vazgeçtim. Benimle yaşasınlar istedim ne kadar yaşayacaksak! Silmek de hatırlamak olmasın, bazen bir adı ararken şimdi uzaklarda olanların adlarıyla da tekrar karşılaşayım cep telefonunun ekranında, onlara dair bir şey hatırlayayım, yeni bir şey düşüneyim, selam yollayayım, gülümseyeyim. Sonra da diyeyim ki, ne T.S.Eliot’un yazdığı gibi ayların en zalimi Nisan’dır, ne de sevdiklerimizi bir bir elimizden alan Haziran’dır, ayların en zalimi yazıdır, yazmaktır. Dedim ve yazının adını “Yazı: Ayların en zalimi” olarak değiştirdim. Zalım yazı! 

Arka Kapak dergisi 11. sayı