Sedat Albayrak

Yakınlarda bir arkadaşım Osmanlı askeri düzeninde deliler adı verilen zümreden Kabudlu Mustafa Vasfi adlı bir askerin 1834’te yazdığı sefer günlüğünü Harvard Üniversitesi yayınlarından çeviri yazı olarak neşrettiğini haber verince heyecanla bu eserin ilk okuyucuları arasında olmak istediğimi bildirdim. Daha evvel bir İnebahtı gazisinin esâret hatıralarını anlatan Sergüzeştnâme-i Hindî Mahmud adlı yazmanın nihayet bulunarak Yazma Eserler Kurumu tarafından yayınlandığında da aynı heyecanı yaşayıp hemen okumaya koyulmuştum. Bu tür şahsi anlatılara bilhassa merakım olduğu için yazmalar arasında hatırat ve otobiyografik tarzdaki eserlere hususi olarak değer veriyorum. Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken’de 17. yüzyılda yakın tarihlerde yaşamış bir dervişin güncesini ve mutasavvıf bir kadının rüya defterini arşivden çıkarıp akademik disiplin içinde tarihsel bir hikâyeye dönüştürerek yayınlaması takdire şayan bir çaba. Tarihimizde sayıları çok olmasa da bu gibi bazı seyahatnameler, ruznâmeler, cerideler vs. yayınlandı. Eski eserlerden büyük anlatılar çıkarma konusunda Stefan Zweig mahirdir. Vicdan Zorbalığa Karşı adlı eserinde Sebastian Castello’nun John Calvin’e karşı mücadelesini derinlemesine hikâye etmek için Almanya’da, Cenevre’de, İtalya’da asıl metinleri incelemiş, kurgusunu tarihsel olarak muhkem bir zemine inşa ederek edebi bir şaheser bina etmiştir. Bu eseri okurken tarihsel olayları tabii akışından çıkarmadan da pekâlâ büyük edebi eserler yazılabileceğini görmek mümkün.

Umberto Eco, kendisini Ortaçağ tarihçiliğinden büyük romancılığa taşıyan efsanevî eserine şöyle başlar: “Doğal olarak bir el yazması.” Hikâyenin anlatıcısının eline geçen bu yazma, Melkli Dom Adso’nun yaşadıklarını anlattığı günlüğü, vakanın aslını oluşturur. Yazar, bir söyleşisinde pek çok okurunun merakla böyle bir el yazmasının gerçekte var olup olmadığını sorduğunu, hatta bazılarının kendini bu metnin varlığına ikna etmeye çalıştığını söyler. Gerçekten de Gülün Adı’nda anlatılan hikâyenin hakikatte olduğuna inanmak için fazlasıyla detaylı otantik bilgi vardır metinde. Zaten hikâye de başka bir yazma üzerine kuruludur: Aristo’nun Poetika’sının komedyaya dair kayıp ikinci cildi. Ve bu yazma sebebiyle işlenen cinayet için bir Ortaçağ manastırında gelişen bir nevi dedektif tahkikatı.

İlginçtir Cervantes, Don Quijote hikâyesini yer yer Seyyid Hamid Benencani adlı bir müellifin dilinden anlatırken bu efsaneyi bir Morisko el yazmasından öğrendiğini nakleder. Her ne kadar hayatta bu kurgu el yazmasının peşine düşenler olsa da bu arayışa sebep olacak gerçekçi hikâyeleri arıyor bugünün okurları.

Aslında zengin bir tarihî müktesebata ve yazma koleksiyonlarına sahip bir toplumun niçin büyük anlatılar ortaya çıkaramadığı asıl meselemdi fakat bunu sorarken diğer taraftan da ilmin tıpkı diğer sahalarında olduğu gibi tarih ve edebiyatın da yaşadığı nefes darlığı aklıma geldi. Yani istisnalar hariç tutulursa edebi eserlerde tarih yok, tarihi metinlerde edebiyat yok gibi genel geçer kaide halen pek çok çalışmada doğrulanıyor. “Yazmalar bize ne söyler?” bahsinde eski eserlerin ve klasiklerin tekrar tekrar zenginleşen yorumlarını hatırlamak yerinde olacak. Edebi anlatıların da retrospektif bir çabayla yazmaların o gizemli dünyasını keşfettikten sonra bunun ötesine geçip artık gerçekçi kurgularla başkaca yeni hikâyeler anlatabilmesi gerek. Hatırıma Beşir Ayvazoğlu’nun Tamburî Cemil Bey’in hayatını anlattığı belgesel-romanı geldi. Dârülfünûn’dan ihraç edilen Galip Tahiroğlu’nun tuttuğu defterlerle dönemin bir panoramasını çıkarır yazar. Mezkur müellif ve defterleri hayali olsa da şu hâliyle Tamburî’ye ait eldeki dağınık malzemenin bir romana dönüşmesi, arşiv ve yazmaların güzel bir anlatı doğurması adına başarılı bir numune Ateş Denizi romanı. Edebiyatımızdan daha fazlasını beklemek hakkımız, üstelik elimizde bunca hazine varken.   

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 20.sayısında yayınlanmıştır.