Mustafa Özel

Çocukluğumun evdeki kahramanı Hz. Ali, okuldaki kahramanıysa Don Kişot idi. Birincisi güçlü ve ciddi; ikincisi aciz ve komik. Babamın Sîret adını verdiği ve Ağrı’dan ayrıldığımız 1974 yılında Molla Celâleddin’e hediye ettiği kalınca bir Osmanlıca kitaptan okuduğu cenklerde Hz. Ali (ra), kullanıldığında uzayıp kısalan Zülfikâr adlı çift ağızlı muhteşem kılıcıyla, her çatışmada on binlerce kâfiri doğruyordu. Hayber Kalesi’nin kapısını tek koluyla koparıyor, Allah ve Peygamber düşmanlarına göz açtırmıyordu. Gayretkeş bir Şii tarafından yazılmış olduğunu sonradan idrâk ettiğim “Bizim Sîret”e göre, kabataslak bir hesapla, Hz. Ali en az bir milyon müşrikin canına okumuş olmalıydı.

Don Kişot’la tanıştığımdaysa yedi yaşındaydım. Ne Ağrı’da bir kitapçı vardı ne de o yaşlarda kitap satın alabilecek cep harçlığım. İlkokul birinci sınıfı bitirmiş bir öğrencinin kendi başına İl Halk Kütüphanesi’ne gidip kitap okuması da tasavvur edilemezdi. Fakat talihe bakın ki kütüphane binası yıkılmış, yenisi yapılıncaya kadar kütüphane, okumakta olduğum Atatürk İlkokulu’nun genişçe bir sınıfına nakledilmişti. Kütüphane müdürü ise komşumuz Hüseyin Gökçe idi. Öğretmenimiz “Acem İdris”ten sınıfı birincilikle bitirdiğimi duyunca, bana okumam için birkaç kitap verdi ve kütüphaneye sık sık gitmezsem “Büyük Adam olamayacağımı” tembih etti. Kitaplardan iki tanesini çok iyi hatırlıyorum: Ali Baba ve Don Kişot. Her biri 15-20 sayfa kadar da olsa, benim için esrarengiz bilgi mağarasının “açıl susam açıl”ı oldular.

Sonraki yıllarda biraz daha kalın Don Kişot kitapları okuduğumu hatırlıyorum. Notlarıma göre, eksiksiz tercümesini ancak 2011 yılı Mart ayında okuyabilmişim, tam 55 yaşında! Önceki okumalarımdan aklımda kalan, Don Kişot’un yel değirmenlerine savaş açan bir safdil, hatta düpedüz meczup olduğuydu. Komik ama kararlı ve sebatkârdı; hiç pes etmiyordu. Yel değirmenleriyle savaş metaforu sadece belleğimde yer ettiği için önemli değildi elbette. Kitabın postmodern yazarlara parmak ısırtacak nitelikteki ikinci cildinde, Don Kişot kendi serüvenlerinin kitaplaştırılmış olduğunu öğrendiğinde, “bakalorya sahibi” Sanson Carrasco’ya okuyucuların en çok hangi kahramanlığını övdüklerini sorar. Aldığı cevabın ilk sırasında yel değirmenlerine meydan okuması yer alır. Cervantes de benim gibi düşünüyormuş!

Çocukluğumun bu iki şövalyesinin “hakikatini” uzun yıllar sonra Hamidullah ve Unamuno adlı iki “yabancı” ustadan öğrendim. Otuzlu yaşlarımın ortalarında, Üsküdar’da Eminönü vapurunu beklerken, ne alırsan 2 lira raflarından Hz. Peygamber’in Savaşları başlıklı bir kitap aldım. Almaz olaydım! Muhammed Hamidullah adlı, uzun yıllar Türkiye’de dersler vermiş, haydi biraz Oryantalistlik yapayım, ilim ciddiyeti bakımından Pakistanlı olmaktan çok Parisli bir tarihçi, ilk dönem İslam tarihinin bütün savaşlarının bilançosunu çıkarmış. Bedir ve Uhud dahil olmak üzere, büyük küçük kırk dolayındaki savaş yahut çatışmada, aklımda kaldığı kadarıyla, toplam 146 şehit verilmiş ve 244 müşrik öldürülmüş. Yuvarlayarak 150’ye karşı 250 diyelim. Asla daha fazla değil! Vapurda başım dönmeye başladı. Aman Allah’ım, Hicret sonrası 622-632 arası o “uzun on yıl”da, bu kadar mı kâfirin canına okunmuş? Hz. Ali’nin Zülfikâr’la doğradığı milyonlar, işgüzar tarihçiler tarafından kayıtlara geçirilmemiş olabilir mi?

Hesabını Değil, Kitabını Bil!

Muhtelif kısaltılmış versiyonlarını okuduğum, çocukluğumun Don Kişot’ları ise esas olarak yel değirmenlerine savaş açan meczuplardı. Hemen hepsinde çocukça bir mizahın yanısıra, şu akılcı dersler veriliyordu: I. Yel değirmenleri, insanlığa yararlı teknik icatlardır ve “geri kafalı” insanlar ne yazık ki bu basit gerçeği fark edemiyorlar. II. İnsan, gücünün çok ötesindeki varlıklarla çatışmaya girmemelidir. Girerse, yel değirmeninin Don Kişot’u ve atını yerlere savurması gibi, helâk olup gider. Sanço gibi sağduyulu olmak, en akıllıca yoldur. III. İnsanın davranışına şan, şeref gibi yüksek idealler değil; geçim ve çıkar hesapları yön vermelidir. Akıllı insan, hesabını kitabını bilendir! Yarım asır sonra, artık çocuk versiyonlarını değil de Don Kişot’un tam çevirisini okuduğumda anlıyorum ki Don Kişot’un asıl mesajı hesapla değil, kitapla ilgilidir. Şöyle diyor âdeta: Akıllı insan hesabını değil, Kitabını bilendir!

Unamuno’ya göre, Mahzun Yüzlü Şövalye haklıydı: Dünyayı kötülüğe boğan azman devlerin olduğu yerde Sanço’ya ve bizim gibi basit ölümlülere yel değirmenlerini gördüren, sadece ve sadece korkuydu. “Azman devler bugün artık bize yel değirmenleri biçiminde değil, lokomotifler, dinamolar, türbinler, buharlı gemiler, otomobiller, kablolu kablosuz telgraf, makineli tüfekler ve yumurtalıkları ameliyatla alan aletler biçiminde görünüyor; hepsi de aynı zararı vermede anlaşmışlar. Korku ve sadece Sançovari korku bize buhar ve elektriği yüceltmeyi esinliyor. Korku ve sadece Sançovari korku bize mühendislik ve kimya azman devlerinin önünde diz çöktürüp, onlardan merhamet dilendiriyor. Sonunda, aşırılık ve bıkkınlıktan yılan insan türü, uzun ömür vaat eden bir iksir imal etmekte olan devasa bir fabrikanın eşiğinde, kendini canavara teslim edecektir. Dayaktan canı çıkmış Don Kişot ise ayakta kalacaktır, çünkü sıhhati kendinde aramış ve yel değirmenlerine hesap sormuştur.” (Miguel de Unamuno: Our Lord Don Quixote, Princeton University Press, 1967, s. 57-8.)

“Birinci Kitap”ın “8. Bölüm”ündeki yel değirmenleri bahsini hatırlayalım: Don Kişot (DK) ve silahtarı Sanço Panza (SP) ovada ağır adım yol alırken otuz kırk yel değirmenine rastlarlar. Şöyle der DK: “Talihimiz, olayları bizim isteyebileceğimizden de daha iyi bir şekilde yönlendiriyor. Bak şuraya, arkadaşım Sanço, ileride otuz ya da biraz fazla, azman dev var. Onlarla savaşıp hepsini öldürmek niyetindeyim, elde edeceğimiz ganimetle zenginleşmeye başlarız. Bu kötü tohumları yeryüzünden silmek hayırlı bir savaştır, Tanrı’ya büyük hizmettir.” “Hangi devler?” diye sorar SP. “İşte şu gördüklerin, şu uzun kollu yaratıklar; kiminin kolları iki fersaha varır bunların.” SP ne kadar dil döküp onların dev değil, yel değirmenleri olduğunu; kola benzeyen şeylerin de değirmen taşlarını döndüren kanatlar olduğunu anlatsa da, DK görüşünde direnir: “Serüven konusunda tecrübeli olmadığın belli. Bunlar dev; sen korkuyorsan kenara çekil, bu arada dua et; ben kıyasıya dövüşmeye gidiyorum tek başıma.” (Roza Hakmen çevirisi, cilt I, YKY, 2006, s. 84.)

Bu kritik bölümden birkaç ders çıkarıyorum: I. Ganimetsiz savaş yoktur. II. Devler esas olarak yeryüzünden sökülüp atılması gereken “kötü tohumlar”dır. Dolayısıyla onlarla mücadele Tanrı’ya hizmettir. III. Düşmanların sayısını bile tam hesaplamaktan uzak yüksek idealizm karşısında soğukkanlı rasyonalizm kuru ve tatsızdır. IV. Korkan, kenara çekilmeli, ama hiç değilse dua etmelidir. V. Büyük kavgalara bazen tek başına girilir.

Kalbimiz Kırılmasın, Yeter

Girilir ama çoğu zaman da yenik çıkılır. Atıyla beraber yerlerde sürüklenip yaralanan DK’a kalkması için yardım eden SP fırsatı kaçırmaz: “Efendim, ben zat-ı âlinize söylememiş miydim, iyice bakın, onlar yel değirmeni diye; bunu ancak başında kavak yelleri esen biri fark etmezdi.” Yenik DK pes etmez; çünkü Sançoların asla fark edemeyeceği “yenilgi yenilgi büyüyen zaferler”in bilincindedir: “Sus, arkadaşım Sanço, çünkü savaşa ait şeyler, başka olaylardan daha fazla sürekli değişime tâbidir. Odamı ve kitaplarımı çalan büyücü Freston, bu devleri değirmene çevirdi; onları yenmenin şanını elimden almak için. Bana olan düşmanlığı bu kadar büyük işte. Ama eninde sonunda, onun fesat ilmi benim kılıcımın iyiliği karşısında yenik düşecektir.”

Başında kavak yelleri esmek, Türkçede kulağa çok hoş gelen şairâne bir çeviri. İspanyolca özgün hâlini bilmiyorum, ama cümlenin İngilizce çevirisi şöyle: “Only a person with windmills in his head could ignore the fact.” Yani gerçeği fark etmeyen, içinde yel değirmenleri dönen bir baştır. İşte Unamuno tam da bu noktada şairleşiyor:

“Elbette, dost Sanço, elbette, ancak başında yel değirmenleri dönen biri ‘gerçeği’ göremez: Öğüten ve enerjileriyle duyularımıza gıda, ruhumuza un üreten değirmenler. Ancak başında öğütücü değirmenler dönen bir adam heyulâlara, yel değirmenleri biçiminde saklanan azman devlere saldırabilir. Mekanik ve dinamiği, kimya ve buharı ve elektriği insan, kafasında taşımalıdır dostum Sanço, sonra bunların içinde hapsolduğu alet ve mekanizmalara saldırmalıdır. Yalnızca, kafasında kimyanın ezelî özünü taşıyan, maddenin parçacıklarının duygusal niteliklerine dair evrensel yasayı nasıl duyacağını bilen, evrenin ritminin kendi kalbinin ritmi olduğunu hisseden, yalnızca bu adam ilaçları yapma ve dönüştürme yahut makinaları kurma sanatından korkmaz. Bu serüvenin en acı verici kısmı Don Kişot’un mızrağının kırılmasıydı. O devlerin bize bütün yapabileceği budur işte: Mızrağımızı kırabilir, fakat kalbimizi kıramazlar.”

Bu yazının ücreti olarak (!) gelecek nesillerden iki isteğim var: I. Kırık mızraklı fakat sağlam kalpli Don Kişot’un, bizim gibi Sançolaşmış kafaların anlamakta zorlandığı bir umut ve iyimserlikle söylediği son sözler kulaklarımızda ebediyen çınlasın isterim: “Eninde sonunda, (büyücülerin) fesat ilmi benim kılıcımın iyiliği karşısında yenik düşecektir.” II. “İlim şehrinin kapısı” Hz. Ali’nin, kılıcıyla binlerce müşriki doğradığı cenk kitapları yerine, Allah elçisinden gerçekte ne öğrenmiş olduğu edibâne kurgulansın isterim.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 36.sayısında yayınlanmıştır.