Coşkun Türkan

İsviçre edebiyatının en cesur ve sıradışı kalemlerinden bir olarak kabul edilen, ilk romanı Cesurlara Davet ile 2010’da Kelag ve ZDF’nin ilk roman ödüllerine, 2011’de de Rauriser Edebiyat Ödülü’ne layık görülen ve kendine has bir okur kitlesi yaratma konusunda sağlam adımlar atan Dorothee Elmiger, çok geçmeden ikinci romanı olan Uykuyayatanlar’la Türk okuyucusunun karşısına çıktı. “Deneysel bir distopya” olarak değerlendirilebilecek Cesurlara Davet romanından sonra, yine genel kabul görmüş roman anlayışının dışında ve ilk romanındaki anlayışla benzer bir kurguyu deneyen Elmiger, bu kez romanın merkezine Türk okuyucularının hiç de yabancı olmadığı yakıcı konuları alıyor: “mültecilik, aidiyet, sınırlar ve bunlara bağlı sorunlar.”

Bilindiği gibi, sınırların geçirgen ve belirsiz olduğu, egemenliğin sınırlarda tam olarak tespit edilemediği, sınırların bir anlamda iç içe geçtiği ve muktedirlerin son derece heterojen kitleler üzerinde egemenliklerini sürdürdüğü dönem, XIX. yüzyıldaki “çifte devrim”le, Sanayi ve Fransız Devrimleri’yle büyük ölçüde tamamlandı. Modernleşme süreciyle birlikte, bir yandan sınırların içindekiler “adlandırılmaya” çalışılırken, diğer yandan da “öteki” üzerinden “bizlik” ruh hali diri tutulmaya çalışıldı ve “ötekiler” her zaman sorun olarak görüldü. Ayrıca sanayileşmeyle birlikte tarımsal toplum yapısı ve buna bağlı olarak geleneksel tutunum ideolojileri çözülünce, bir anlamda kitleler atomize olunca, kendilerini çevreyle uyumsuz ve ezilmiş hissedenler, yeni bir tutunum/mensubiyet ideolojisiyle bir araya getirilmeye çalışıldı. Uykuyayatanlar, genel anlamda mülteci sorunlarına odaklansa ve yazar, Avrupa’nın orta yerini şimdiki zaman üzerinden “araf” misali kullansa da romanın tarihsel arka planında modernizmin yarattığı ve birazdan tekrar döneceğimiz sorunlar da yer alıyor.

Öncelikle Elmiger’in belirli bir zamana ve mekâna odaklanmadığını belirtelim. Bunun yanında kahramanların sembolik karakterler olduğunu ve neden bir araya geldiklerinin de belirsiz kılındığını dile getirelim. Bütün bunların romana distopik bir hava kattığını söylemek mümkün. Bu noktada roman, sınırlara yaptığı gezilere ilişkin kitaplar yazan “yazar”, yazardan etkilenen “öğrenci”, mültecilerle ilgili haberler yapan “gazeteci”, bir “çevirmen”, uykusuzluk sorunu yaşayan “lojistikçi” ve A. L. Erika, Fortunat, Esther, Bayan Boll gibi birçok yere giden, buraları gezen sembolik karakterler üzerinden ilerlemektedir. Bu arada söz konusu bu karakterlerin, ağırlıklı olarak sınır sorunlarına değinse de, bunları diyalog(lar)dan daha çok monolog(lar) üzerinden yürüttüklerini de belirtelim. Bunun yanında Uykuyayatanlar’da, “ötekinin/mültecilerin” yaşadığı sıkıntılar, hatta ölümler, bunlara bağlı olarak gündeme gelen adalet ve güvenlik sorunları, gündelik hayatın açmazları ve bütün bunlar karşısındaki kayıtsızlıklar da dile getirilmekte. Bu kayıtsızlığı ve insanlarla eşyanın eşitlenmesini ise yazar, çarpıcı bir şekilde şöyle aktarıyor:

“Soru: Kimlik kontrolü kişilerle, gümrük kontrolüyse mallarla ilgilidir. Bunu birçok yolcu karıştırmıyor mu? Cevap: İsviçre’de bu ikisini birbirinden ayrı tutmak zordur, çünkü burada her ikisine de aynı insanlar, aynı sınır muhafızları bakar.”

Aslında bu ve buna benzer aktarımların, farklı kitap ve yazarlardan yapılan alıntılar ve İsviçre medyasından aktarılan haberlerle desteklenmesinin, hem okuyucunun bu parçacıkları bir araya getirmesini zorlaştırdığını hem de romanın içinde kaybolma olasılığını artırdığını söyleyelim. Ayrıca karakterlerin birbirinden bağımsız bir şekilde, sürekli birinden diğerine geçen ve ağırlıklı olarak monologlarla ilerleyen mültecilik sorununa yönelik ifadeleri, yazarın karmaşık kurgusuyla da birleşince, okuyucunun işi hayli zorlaşmakta. Elbette bu, yazarın bilinçli bir tercihi.

Böyle bir tercih, yaşanılan sorunların sadece bugüne ait olmadığını ortaya koymanın yanı sıra yazara tarihsel arka plana inme avantajını da sağlamaktadır. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz sanayileşme olgusuyla artan iş gücü, göç ve göçmenlik halleri, günümüzün mültecilik sorununa bağlanarak neden ve sonuçlarıyla daha rahat aktarılmaya çalışılmıştır. Diğer bir ifadeyle yazar, İsviçre özelinden bir geçiş noktası olarak Avrupa ve bir anlamda tüm insanlığın hem geçmişin hayaletleriyle hem de şimdinin gerçeklikleriyle yine ve yeniden yüzleşmesini amaçlamaktadır. Nitekim romana adını veren, geçmiş ile şimdi arasında bir metafor olarak kullanılsa da “uykuyayatanlar”, tarihsel bir gerçeği işaret etmektedir.

Bilindiği gibi bu gerçeklik, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayileşmiş ülkelere yoğun göçün yarattığı sorunlarla baş etmeye çalışan evsiz barksız işçilerin/göçmenlerin, bedelini ödemek koşuluyla ve nöbetleşerek, elbette yatağın sahibi üzerinde uyumuyorsa, “uykuya yatma” halidir. Elmiger, böylelikle geçmişteki göçmenlik halleriyle günümüzdeki mültecilerin yaşadıklarını birbirine bağlama yoluna gitmiştir. Bunu yaparken, mülteciler ve mültecilere ilişkin sorunları bizatihi mültecileri konuşturarak değil, diğer karakterler üzerinden aktarmayı tercih eder.

Elmiger, açıkçası böyle bir tercih ve tavırla kendisini bir yandan siyasetin diline hapsolmaktan kurtarırken diğer yandan da hem geçmişte hem de şimdi, asıl sorunun “uykuyayatanlar”ın neyi nasıl yaşadığından çok neden yaşadığını ustaca sorgular. Nitekim “gazeteci” üzerinden aktarılan şu cümlelerin bunu çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyebiliriz:

“Mesele miş gibi davranmak değildir, insan başkalarının yaşadıklarını ya da hissettiklerini hayal edebilir ama buradaki asıl konu, bununla gerçekten ilgilenmektir.”

Evet, yazarın derdi, bütün bu yaşananlar karşısında kayıtsız kalan ve ‘uykuya yatanlar’dır aslında. Nitekim romanın kahramanlarının birinin dilinden dökülen şu cümleler birçok şeyi yeterince açıklıyor:

“Şehir anlaşılmaz bir şekilde karşıma dikilirken, zaman eskisi gibi hışımla geçerken kuşlar dolaşırken ve uykuyayatanlar gidip gelirken ben, başımı eğerek, evlerin dibinden, sokaklarda kendi kendime dolanıyordum.”

Kısaca Elmiger’in, can alıcı ve yakıcı bir konu üzerinden farkındalık yaratmaya çalıştığını söylemek mümkün. Bununla birlikte bu kısa romanın kolay bir metin olmadığını ve okuyucunun her daim ilgisini kendi üzerinde istediğini de belirtelim.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 34.sayısında yayınlanmıştır.