Duygu Altın

Mehmet Zaman Saçlıoğlu, edebiyatımızda öyküleriyle önem kazanan yazarlarımızdan. İş Bankası Yayınları’ndan çıkan son Kitabı General Uçtu ise yazarın ilk romanı olarak kitapçılarda yerini aldı. Roman, 12 Eylül Askeri Darbesi’yle hayatları değişen bir aileyi anlatıyor. Konu böyle olunca, edebiyatımızın siyasi romanları akla geliyor.

12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini konu alan romanlar, edebiyatımızda bir dönem çokça tartışılmıştır. Hatta iki dönemin romanlarımıza yansımasının farklılığı da bu tartışılan konular arasındadır. Berna Moran, 12 Mart romanlarındaki karakterlerin edilgin kişiler olduğunu düşünmekte; hatta devrimci gençlerin sayısız kolları olan büyük bir yaratığın karşısında çaresiz olduklarını ve bu yaratığın devrimcinin evinin kapısından içeri uzanarak, onu yakaladığını ve götürdüğünü söyleyerek, bu romanlarda değişmeyen bir döngüden söz etmektedir. Murat Belge, askeri darbe, özellikle 12 Mart romancılığının belli başlı özelliğinin, işkence olduğunu vurgular.

Fethi Naci’ye göre ise 12 Mart romanlarında devrimciler idealize edilirken; 12 Eylül romanları da solcuları aşağılamak için yazılmıştır. Bu farklı görüşlerden anlaşılacağı gibi, darbeleri konu alan romanlar hakkında bir ittifak yoktur. Fakat çoğu siyasi romanın ideolojik söylemden beslendiği ve taraf tutucu bir tavrı olduğu aşikar. Bu romanların handikabı da bu olsa gerek. 1980 sonrası ise, solun çok ciddi darbe aldığı ve edebiyatımızda da bir kırılmanın yaşandığı dönem olarak görülür. Siyasi romanlar eski söylemini kaybeder. Hatta gücünü de…

General Uçtu’yu, çoğu unutulmuş, tozlu raflarda yerini almış, dönemin romanlarından ayıran çok önemli bir özelliği var. Yazarın darbe ve sonrasında yaşananlardan daha çok, geçmişin kişiler üzerinde bıraktığı izlerin, günümüzde nasıl devam ettiğini Karakoç ailesini merkeze alarak anlatması.

Yazar, romanında, 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden yaklaşık otuz dört yıl geçmesine rağmen, darbeyi yapanlardan hukuki anlamda hesap sorulmamasını, sessizce yok olan hayatların ya da dağılan yaşamların da göz ardı edilmesini; bunun sonucu olarak darbede işkence görmüş, yakınlarını kaybetmiş kişilerin de adalete olan güvenlerinin yıldan yıla azaltmasını ilginç bir konuyla işliyor.

Harun Bey, 12 Eylül darbesinde, oğlu Murat’ın asılmasına tanıklık etmiş bir babadır. Oğlunun acısını asla unutmamış; hatta oğlu gibi binlerce insanın ölümüne sebep olmuş kişilerden hukukun hesap sormamış olması, onun acısını kendince bir öç alma duygusuna da dönüştürmüştür. Bir karar verir, darbeci paşayı vuracak ve ardından intihar edecektir. Fakat bu planı gerçekleştiremeden, generalle yüz yüze geldiği anda kalbi tutar ve olduğu yere yığılır.

Bu önemli olaydan sonra yazar, zamanda geriye gider ve Harun Bey’in çocukluğundan başlayarak, geçmişi kısa ama önemli ayrıntılarla anlatır. Böylece, Karakoç ailesinin fertleri birer birer gözümüzde canlanmaya başlar. Harun Bey ve Münevver Hanım, köy enstitüsünde okumuş ve okuldan mezun olduktan sonra öğretmenlik görevine atılmış Cumhuriyet Dönemi ilk aydınlarındandır. Çiftin  Murat, Ömer, Cengiz adlı oğulları ve Olcay, Yüksel adında kızları vardır. Harun Bey’in Kuzguncuk’a tayini çıkmasıyla aile İstanbul’a taşınır. Murat, Cengiz ve Yüksel İstanbul’da; Ömer ise İzmir’de üniversitede tiyatro bölümüne başlar. Olcay, bu dönemlerde daha küçük bir çocuktur. Olaylar hızla gelişir.

Darbe döneminde Murat tutuklanır ve asılır, Cengiz Almanya’ya kaçar; Ömer de bir süre işkence görür. Yüksel’in nişanlısı Semih ise isim benzerliğinden tutuklanır, o da ağır bir işkence görür. Bir yanlışlık olduğu anlaşılarak beş gün sonra salınan Semih, gördüğü işkenceler sonucu iç kanama geçirir ve kurtarılamaz.

İşte tüm bu yaşananlar Harun Bey’in otuz küsur yıldır içinde biriken öfkeyi ve emekli öğretmen olarak generale neden suikast girişiminde bulunmaya çalıştığını çok iyi açıklar. Yaşananlar unutulmamış, aksine günden güne büyüyen bir alev haline dönüşmüştür. Yaşlı adamın yapabileceği tek şey, generali herkesin içinde vurmak, ardından acılarına son vermek ve de kendince bir adalet sağlamaktır. Fakat Harun Bey, kendini bekleyen “oyundan” tamamen habersizdir.

General Uçtu büyük siyasi söylemlerin romanı değildir. Sıradan insanların yaşamlarını merkeze alarak da darbenin yıkımlarının anlatılabileceğinin çok güzel bir örneğidir. Yazarın amacı, geçmiş değildir; tesadüfler sonucu gelişen olaylarla hem okurun merak duygusunu tetiklemek hem de hukukun sağlayamadığı bir cezanın hayatın içinde bir “oyun”nun parçası olarak nasıl gerçekleştiğini şaşırtıcı bir biçimde anlatmaktır. Bu sebeple yazar, dönemin ayrıntılarıyla okuru sıkmadan, bizleri günümüze taşır ve romanın büyük bir kısmını ilginç bir kurgusal buluş olan “oyun” üzerine temellendirmeyi seçer. Neden romanda bir tiyatro oyununun gerçeğe dönüşmesi ele alınır? Çünkü yazara göre bir dönem Türkiye’de yaşananlar, tamamen bir oyunun parçası olarak kurgulanmıştır zaten. Bu kanlı oyun, belli bir siyasal döngünün dünya üzerinde dönebilmesi, sekteye uğramaması için yazılır ve oynanır. Fakat yaşam, büyük bir kutu gibi, kendi içinde her şeyi saklı tutar. Günü geldiğinde yeniden ortaya koymak üzere… Tesadüflerin şeklinde.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu, bir roman yazdığını unutmadan, gerçekleri kurguda yeniden yaratır. Bu dönüştürme / değiştirme bugüne kadar hiçbir romanda kaleme alınmamış bir şekilde, darbeci generalle hesaplaşmayı satırlarda da olsa gerçekleştirir. Bir insanı öldürmenin yarattığı vicdan azabı ile binlerce insanı öldürmenin vicdansızlığı etkili bir biçimde ortaya konur. Ayrıca romanda Karakoç ailesinin geçmişten  günümüze yaşantısı çizilirken, Cengiz ve Ömer arasındaki gerilimli ilişki, günümüzde geçmişin acıları üzerinde şölen masalarını kuranlara ciddi bir eleştiri olarak yer alır. General Uçtu adalet kavramı ve yaşamın tesadüfleri üzerinde yeniden düşündürürken, 12 Eylül’e de farklı bir yorum getirmektedir.

babilcomdanalabilirsiniz