Feridun Andaç

“Kendim hakkında yazdığımı mı zannediyorsunuz? Ben sizler hakkında yazıyorum, herkes hakkında yazıyorum ve çoğu insan bunu hissediyor. Çoğu insan kendi gerçekliklerine dair bir güvence istedikleri zaman beni okuyor.” 

William Saroyan

100. yaşı nedeniyle ona dair hazırlanan belgesel kitap Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan’ı okuyorum günlerdir. Dahası, beni okuduğum bölümlerin üzerine, kitaba yeniden döndüren Karin Karakaşlı’ydı. Günışığı Kitaplığı’nın ‘Edebiyat Günleri’nde, “Edebiyatı Anadilde Yazmak, Anadilde Okumak” başlıkla söyleşisinde dile getirdiği iki dilde büyümenin, konuşmanın, yaşamanın ne olduğunu düşündürürken; bir yazarın yurdu neresidir sorusunu da bir kez daha sordurdu bana.

Karakaşlı, Saroyan’ın kökenlerine dönüş öyküsünden söz ederken onun yazmadığı bir dil, yaşamadığı bir yere aidiyetini de dile getirdi o söyleşisinde. Oradan yola çıkarak, bir yazarda oluşan dil duygusunun ve yazma aurasının tınısının yaşanan/yaşanmış bir ortamdan beslenebileceğine dair güzel bir de örnek verdi; anneannesiyle anadilini keşfetme öyküsünü anlatırken yürek dilinden söz etmesi kayda değerdi doğrusu.

Hissettiklerinizi, yaşayıp gözlediklerinizi, duyumsayıp kurduklarınızı bir dil aracılığıyla anlatmayı seçerken ister istemez bildiğiniz dilin yurdunda gezinip durursunuz. Sık sık “yazarın yurdu dilidir” demem de bundandır. Dilinize yansıyan gerçeklik duygusu her zaman içinden çıktığınız kültürel dokuyu yansıtır. Dile yansıyan bakış/duygu o gerçekliğin ne olduğunu daha iyi anlatır.

William Saroyan’ı her okuyuşumda derinden hissettiğim de budur biraz. Anadolu’dan, Bitlis’ten Amerika’ya göçen bir ailenin çocuğu olan, orada doğan ama anadili Ermenicede değil de İngilizce yazan Saroyan’ın insan/yaşam gerçekliğine bakışında bu kültür ortamı/yaşama biçiminin derin izlerini buluruz. Ama orada, onun varolduğu gerçeklikteki yaşama renkleri/duygusu baskındır. Saroyan’ın yer / zaman / insan üçlemini göçmen kimlikler ve küçük insanların serüvenleri üzerinden anlatmayı öncelemesi onu kült anlatıcı kılmıştır. Öyle ki kısa öykülerinde geliştirdiği bu anlatıcı bakışıyla, gören gösteren bir gözün algısının ötesinde, yazıda kurulan bir dünyanın seyrine çıkarır okuru. Dil ve söylem birliğinde yeni bir duyarlılık taşır öykü anlatısına.

Doğrusu, yıllar önce Tarık Dursun K. ile Saroyan’ı konuşurken, ona bir anlatıcı olarak bağlılığını anlamaya çalışmıştım. Onun çevirisinden Altın Çağ’ı ve Dünyanın Bir Öğle Sonrasında’yı okumuştum. Aram Derler Adıma’da yer alan “Nar Ağaçları” öyküsü belleğimde derin izler bırakmıştı nedense. Saroyan’ın orada anlattığı Melik Amca’nın öyküsüne özenerek “İsrafil Dayımla Bir Gün”ü yazdığımda yeniyetme biriydim. Halamların bahçesindeki leylaklar, Leyla abla ve gitmeyi seçen dayımın İstanbul’dan dönüşü bu öyküme Saroyan’la gelip sinmişti. Bu öykümü kendisine okumadım, ama anlattım. Tarık Dursun K.’nın da, “Anlattığın gibi yaz, ben bunu Saroyan’dan öğrendim.” demesini unutamam.

Anadolu kökenli İngilizce yazan bir Amerikan yurttaşı/yazarı kimliğindense, onun neyi/nasıl yazdığıyla daha çok ilgiliydi Tarık Dursun K. Bir söyleşimizde Gülten Akın, o dönem Gevaş’ta kaymakamlık yapan eşi Yaşar Cankoçak’la Saroyan’ın Bitlis gezisine katıldıklarını, ondaki coşkuyu anlatmıştı. O gezinin asıl yol arkadaşı ise kuşkusuz Fikret Otyam’dır. Bir Anadolu gezgini, yurt tutkunu Otyam, işte bu gezi izlenimlerini Cumhuriyet gazetesinde yazı dizisi olarak yayımlar (31 Mayıs-2 Haziran 1964). Otyam’ın bu tanıklığı başlı başına övgüye değerdir.

‘Baba ocağı’na gelen William Saroyan’ı kökeniyle buluşturması, yöre insanıyla tanıştırması bir yazarın kendini yeniden keşfidir aslında. Yazmadığı dilin, yaşayamadığı yurdun kökenlerine dönüş özleminin ne olduğunu bizlere bu yolculuk anlatmaktadır. Dünyanın neresine giderseniz gidin, neresinde yaşarsanız yaşayın içine doğduğunuz ailenizin var olduğu yer/kültür/yaşama ortamı sizde derin izler bırakır. Hatırlarım, çocukluğumda, Trabzon’dan Erzurum’a göçüp gelmiş, burada ticaretle uğraşan, yaşayan birkaç aileyi tanımıştım. Bazıları da kapı komşumuzdu. Arada bir yemek kokuları gelirdi; karalahana, hamsi, mısır ekmeği… Annem, “İnsan doğduğu yerle yaşar ölene kadar, nereye giderse gitsin.” derdi onların Karadenizlice yaşamalarını burada da sürdürmelerini konuşunca…

Hemşinli anneannem de öyleydi. Onun dilini bilmesem doğduğu yeri görmesem de özlem duyardım. Zamanla büyüyünce anladım ki bir parçam orası… “Maşatlıkta Kuş Sesleri”ni yazarken hem oraya hem de Saroyan’a dönmem biraz da bundan.

Saroyan’ı okurken, zaman zaman anlatılarında Anadolu’nun izlerini bulmadım değil. Ama bunu, ancak yürek diliyle okurken yakalayabiliyorsunuz. Yıllar önce Aram Derler Adıma’yı, Altın Çağ’ı, Yoksul İnsanlar’ı okumuştum. Her bir öyküsünde insan vardı. İnsan yüreğinin gezginliği, savruntu, sevgi, arayış, özlem…

“Nar Ağaçları” bir anlatı senfonisiydi benim için o ilk gençlik yıllarımda. “Yüreği Dağlarda Olan Adam”, “Yaz Ayları ve Güzelim Beyaz At”, “Gultikli Ermeni”… Hangi birini saymalı öykülerinin… Dünyaları sığdırırdı her birine Saroyan. Ondaki gören göz, hisseden bakış şaşırtıcıydı. Ailesinin göç öyküsünü okuyup öğrenince, “Anadolu’da doğup büyüseydi kim bilir daha neler yazardı Saroyan?” sorusunu sormaya başlamıştım kendime.

Şunu derdi ya kendisi de: “Bizler herkes tarafından bilinen ve kabul edilen iki şeyin, çevremizin ve miras aldıklarımızın ürünleriyiz.” Evet, galiba William Saroyan’ın yalın anlatıcılığının özünde bu yatıyor; onu var eden kültür/yaşama ortamı. “Benim hikâyelerim bana anlatılmıştır.” demesinde şunu bulurum; siz yazmak, yazarak iz bırakmak mı istiyorsunuz? Öyleyse kendinizden başlayın, size anlatılanları anlatın, kendinizi yazın bir de. Ama bunları, yazmayı öğrenmek için yapın önce.

Kendini kırk yıldır yazmanın çırağı bilen Saroyan, yaşamdan besleniyor. Devinim halinde bir anlatıcı. Adeta görmek için yazan biri. Yaşam bilgisi, gözlem, insana doğru yürümek onun anlatıcılığının kilit noktası adeta. Ona, yazıda biriktiren göz de diyebiliriz. Aslında, burada yerim elverse size “Dâhi” öyküsünü özetlesem. Gene de şunu söylemek isterim; yazmak üzerine böylesine alegorik bir öykü Saroyan’ı her yanıyla anlatmaktadır. Ama daha çok da yazarlığını…

O, kaleminin ucuyla gezinen biridir. İnsanda insanı görmek için yola çıkan bir derviş adeta. Pos bıyıklı, babayani bir Anadolu insanı… Kendini yurtsuzlaştıran ama yazıda bir yurt kuran anlatıcı. Anlattıkları küçük şeyler gibi görünse de, hayata ve insana dair dile getirdikleri ‘büyük insanlık’ın en temel gerçeklikleridir. Onun kurduğu dil yurdu yeryüzüne dağılan insanlığın macerasını anlatır bizlere. 

Arka Kapak dergisi 4. sayı