Selim Ahmetoğlu

Yusuf Akçura, modern Türkiye’nin oluşumunda önemli katkıları olan değerli bir isim. Hem Rusya Türklerini hem de Osmanlı Türklerini yakından tanıyan Akçura’nın ilgi çekici bir hayat hikâyesi var. 1904 yılında Mısır’da yayınlanan Türk Gazetesine gönderdiği “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı oldukça uzun yazısıyla Türk siyasi tarihinde önemli bir yer edinen yazar, bu yazısıyla Türkçülük fikrinin ideolojik temellerini atmıştır denilebilir. II. Meşrutiyet’in ilanının ardından İstanbul’a yerleşen Akçura, Osmanlı Devleti’nin geçirmekte olduğu, siyasi ve toplumsal değişime dair kaleme aldığı yazılarını Kazan’daki ve Kırım’daki Türk gazetelerine göndererek oradaki Türklerin gelişmelerden haberdar olmasını sağlamaya gayret etmiş.

Modern Türkiye tarihi açısından çok önemli bir isim olan Yusuf Akçura’nın eserleri Ötüken Neşriyat tarafından Latin harfleriyle yeniden yayınlanmakta. Bu yazıda size, II. Meşrutiyet’in hemen ardından İstanbul’a gelen Akçura’nın Kırım’da İsmail Gaspıralı’nın yayımladığı Tercüman Gazetesi ile Kazan’da başyazarlığını Fatih Kerimi’nin yaptığı Vakit Gazetesine gönderdiği mektupların bir araya getirildiği kitaptan bahsedeceğim. Bu kitap, Rusya Türkleri üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Doç. Dr. İsmail Türkoğlu tarafından Akçura’nın yukarıda zikredilen gazetelere yazdığı makalelerin toplanıp Latin harflerine aktarılması ile 2016 yılının Haziran ayında yayın dünyamıza kazandırılmıştı. 240 sayfadan oluşan ve Darülhilafet Mektupları adını taşıyan bu kitap, Osmanlı Devleti’nin son dönemine ışık tutmakta, bu alanda araştırma yapan biz tarihçilere de yol göstermekte…


Darülhilafet Mektupları
Sürgünden İstanbul’a Yusuf Akçura
Ötüken Neşriyat

Akçura’nın yazılarına bakıldığında, günlük siyasi gelişmelerin yanı sıra dünyadaki siyasi konjonktürü de iyi okuyabildiğini görüyoruz. Akçura, kitabın başında yer alan ve Kırım’daki Tercüman Gazetesi için kaleme aldığı yazılarda, genellikle, o dönemde dünya siyasetini meşgul eden hususlara değinmiş. Rusya ile İngiltere arasında gelişen dostluk, İngiliz-Alman rekabeti, Makedonya sorunu, Fas meselesi, Osmanlı Devleti’nde meşrutiyet hareketinin doğuşu, Osmanlı meşrutiyetine Avrupalıların bakışı gibi ana başlıklara ayırabileceğimiz konulardan bahsediliyor. Akçura, Tercüman’a gönderdiği bu makalelerini Kazan ve Moskova’da iken kaleme almış.

Yusuf Akçura, bu makalelerde oldukça ilginç değerlendirmelerde bulunmakta. Şöyle ki, Avrupa’da, özellikle Almanya’nın hızlı yükselişinin İngiltere ve Rusya tarafından tehlikeli bulunduğu ve bu gidişatın bir dünya savaşına neden olacağını belirten Akçura, Türk-İslam âleminin de bu savaştan zararsız kurtulamayacağını dile getiriyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan altı yıl önce kaleme alınan bu yazılarında Akçura, Makedonya meselesi ile İran ve Fas’taki karışıklıkların Türk-İslam âleminin bu sürecin dışında kalamayacağının kanıtı olduğunu ortaya koyuyor. Osmanlı topraklarında Meşrutiyet’in ilan edilerek, anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasının arkasında da İngiliz-Alman rekabetinin etkilerinin bulunduğundan bahseden yazar, her iki ülkenin de yeni yönetim üzerinde etki alanı oluşturabilmek için kıyasıya mücadele ettiğini o dönemin konjonktürüne göre ve yapılan mücadelelerle açıklıyor.

Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in ilanının ardından İstanbul’a gelerek gelişmeleri yerinde izlemeye karar veren Yusuf Akçura, bu amaçla yola çıktıktan sonra kaleme aldığı yazılarını Kazan’daki Vakit Gazetesine yollamış. İstanbul yolculuğu sırasında yazdığı makaleleri “Dârülhilâfet Yolundan I-II-III” başlıklarını taşımaktadır. Kiev, Odesa ve Köstence güzergâhını kullanarak İstanbul’a ulaşan yazar, uğradığı bu şehirlerin tarihi özelliklerinden bahsettikten sonra bugünkü durumları hakkında da dikkat çekici bilgiler vermesi ilginç. Özellikle, yaklaşık 30 yıl önce Türk hâkimiyetinden çıkan Köstence’nin gelişmişliği ve şehirde kalan Türklere dair anekdotlar ilgi çekici…

İstanbul’a geldikten sonra, şehrin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal durumu en ince ayrıntısına kadar not edip okurlarıyla paylaşmaya gayret eden Akçura, İstanbul’dan kaleme aldığı yazılarının önemli bir kısmını “Dârülhilâfet’ten” başlığı ile yayınlamış. Bunun dışında spesifik konulardan bahseden yazılarda ise o konu ile ilgili başlıklar kullanıldığı görülmekte. Meşrutiyet’in ilanının ardından İttihat ve Terakki Fırkası’nın yanı sıra Ahrar Fırkası ve Fedakaran-ı Millet Cemiyeti’nin de siyasi teşekkül olarak ortaycı çıktığından bahseden Akçura, mebus seçimleri için İttihatçılar ile Ahrarcıların rekabetine değiniyor. Seçimler sırasında yaşananları anlatan Akçura, Meclis-i Mebusan’ın açılış günü yaşananlar ile Sultan II. Abdülhamit’in açılış törenine katılışı ve yaptığı konuşmayı en ince ayrıntısına kadar tasvir etmesi muazzam! Akçura, bir diğer yazısında dönemin önemli fikir adamlarından Ahmet Mithat Efendi ile Osmanlı meşrutiyet hareketi üzerine yaptığı görüşmelere değiniyor. Daha sonraki birkaç yazısında İstanbul’daki entelektüel camiada yaşanan gelişmelerden bahseden yazar, Osmanlı Türkleri ile Rusya Türkleri arasındaki ilişkilere dair düzenlenen konferanslar hakkında bilgi veriyor.

Akçura, Suriye hakkında kaleme aldığı bir makalesinde, Avrupalıların, Meşrutiyet’in ilanından önce, Sultan II. Abdülhamit’in ölümünün ardından Osmanlı Devleti’nin dağılacağını düşündüklerini ve bunun gerçekleşmesi halinde hayata geçirilmek üzere hazırlanan paylaşım planlarının Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte çöpe atıldığını ifade ediyor. Bu satırları okuduğumda, Osmanlı’nın gerçekten de 1909’da tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamit’in 20 Şubat 1918’deki vefatının ardından Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıktığı ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması ile parçalanmaya başladığı aklıma gelince Avrupalıların pek de yanılmadıklarını düşündüm.

İstanbul’daki siyasi alanda yaşanan gelişmeler ve İttihatçıların faaliyetleri hakkında yazılarında detaylı bilgiler veren yazar, Meşrutiyet’in amaçlanan hedeflere varabilmesi için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini vurgulamakta. Yazarın dikkat çektiği bir başka husus ise İstanbul halkının tembelliği ve hazıra konmaya alışmış olması…

Akçura, Meşrutiyet idaresinin Osmanlı siyasi ve toplumsal hayatında yerleşme sürecini gözlemlemek amacıyla İstanbul’un çeşitli semtlerine yaptığı gezilerden ve bu sırada gözlemlediği olaylardan bahsetmekte. Bu gezilerinden birinde muhafazakârların kalesi olarak adlandırıldığını söylediği Fatih semtine giden yazar, buradaki gözlemlerinden toplumun bu kesiminde var olan huzursuzluğu ve kaynaşmayı satırlarına aktarıyor. Akçura, bu gözlemleriyle 31 Mart İsyanı öncesinde İstanbul’un röntgenini çekerek yaklaşan isyana işaret ediyor.

Kitabı en değerli kılan nokta ise, Akçura’nın 31 Mart İsyanı’nı bizzat görüp yaşayarak olayları tüm detaylarıyla kaleme almasıdır kanımca… İsyanı bizzat İstanbul sokaklarında takip eden Akçura, bu olayı “Sarıklılar” ile “Kılınçlılar”ın mücadelesi olarak değerlendirmektedir. Kazan’a dönüş yolunda kaleme aldığı “Dârülhilâfet’ten Dönerken I-II-III” başlıklı yazılarında da İstanbul’da kaldığı süre içerisinde gördüklerini ve 31 Mart İsyanı’ndan sonra yaşananları genel hatlarıyla değerlendirmekte…

Sonuç olarak, Yusuf Akçura’nın bu yazıları II. Meşrutiyet dönemi üzerine çalışan araştırmacılar için paha biçilemez bilgiler içeriyor. Bizzat kendi gözlemlerini kaleme alan Akçura, döneme dair tarihe önemli notlar düşmüştür. İçerdiği kıymetli değerlendirme ve tarihsel bilgilerin yanı sıra sürükleyici üslubu ile de zevkle okunan bu eserin okuyucularımızın kütüphanesinde yer alması gerektiğini düşünmekteyim.

Arka Kapak dergisi 23. sayı