Feyza Şener

Ursula K. Le Guin, J. R.R Tolkien’in kurduğu Yüzüklerin Efendisi dünyasının karakterleriyle ilgili ilginç bir tespit yapmıştı. Ona göre Frodo, Sam, Smeagol ve Gollum toplamda tek bir karaktere tekabül etmekteydi. Burada Frodo misyonu ve iradeyi, Sam saf benliği ve eve dönüş çağrısını, Smeagol acı tecrübelerden doğan vicdanı ve Gollum da yaşadığı trajedi sonucu tamamen kendi egosuna hizmet eden bir kötülüğe çağrıyı (kötülüğü emreden nefsi) karşılıyordu. Frodo Baggins’in yüzüğü yok etmek üzere çıktığı yolculuğun son bölümünde, yani Hüküm Dağı’na (Mount Doom) yaklaştıkları zaman geriye bu dört karakter kalmıştı ve tıpkı bir insanın zihnindeki “karar alma sürecinin” bir romanda işlenmesi gibi, bu dörtlü arasındaki “tartışma” da misyonun tamamlanması adına yaşanan gelgitlerin yansımasıydı.


Yüzüklerin Efendisi
J. R. R. Tolkien
Çevirmen: Çiğdem Erkal Yeşilbademli
Metis Yayınları

MülksüzlerYerdeniz Büyücüsü ve Karanlığın Sol Eli gibi önemli fantastik romanların yazarı Le Guin, yazdığı türü diğer edebiyat türlerinden bu şekilde ayırır aslında. Tıpkı geçmişteki efsaneler ve epik, destansı metinlerde olduğu gibi fantastik, bilim kurgu hikâyelerde de karakterler belirli hislerin ya da düşüncelerin taşıyıcısıdırlar. Onların salt temsili olarak ortaya çıkarlar ve anlatı boyunca da bundan pek şaşmazlar. Klasik roman türünde ise bu çeşitli his ve düşünceler, insanların iç dünyalarındaki çatışmalarda yahut toplumsal bazı çatışmalarda görülür. Karakter, Ursula K. Le Guin için, edebî ya da bilim kurgu/fantastik [1] metnin belirleyici unsurudur [2].

Karakterlerin salt temsillere dönüşmesi, klasik roman türünde “karikatürleşme” ya da “boyutsuzlaşma” olarak algılanır çoğunlukla ve yüzeyselliğe işaret eder. Bilim kurguda ve fantastik romanda ise bu hikâyenin ve o hikâyedeki alt metnin belirginleşmesi için kaçınılmaz olandır, hatta gereklidir.

Daha geçmişe gidersek, Feridüddin-i Attar’ın Mantık-ut Tayr’ı da anlatım açısından aynı mekanik özelliği kullanır. Kaf Dağı’nın ardındaki Simurg’u bulmaya giden kuşların her biri, insanlarda görülen vasıfları temsil eder. Kimisi kıskançlığın, kimisi öfkenin, kimisi cömertliğin, kimisi de bilgeliğin sembolüdür. Onu takip eden mesnevîlerin çoğu (Firdevsî’yi ya da Mevlana’yı hatırlayın) aynı “meselciliği” kullanır. Yahut bugün Yunan mitolojisinin temelini oluşturan Homeros’un Odysseus ve İlyada’sı da, Mezopotamya’nın kısa tarihini anlatan ve bir nasihat kitabı olarak okunan Gılgamış Destanı da, benzer şekilde “epik” metindir. Masallarla bilim kurgu hikâyeler arasındaki benzerlik de buradan ileri gelir. Karakterlerin iç çelişkilerinin bizatihî önemi yoktur, yüklendikleri mesajın dışına çıkmazlar ve bizi çok fazla şaşırtmazlar.

İşte Yüzüklerin Efendisi’nin alegorisi de, böylece açık seçiktir. Kötülük başkaldırmak üzeredir ve tam olarak hüküm sürebilmek için de yıllar önce kaybolan bir yüzüğü aramaktadır. Neyse ki Bilge Gandalf o yüzüğün nerede olduğunu bilir ve yüzüğün yok edilmesi için kötülüğe karşı daha önce birlikte savaşmış topluluklardan bir “kardeşlik” (direniş hattı) toplamayı başarır. Bu “kardeşlik”, kötülüğe karşı savaşacak ve yüzüğü yok ederek kötülüğün ilelebet hüküm sürmesinin önüne geçecektir.

Elbette İngiliz yazar Tolkien’in ustalığı bu görünürde basit alegoriyi işlerken ortaya çıkar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na aktif olarak katılan (ilkinde cephede, ikincisinde kriptografi merkezindedir), Avrupa’da sık sık seyahate çıkan (Bilbo Baggins’in yolculuğu, kendi İsviçre yolculuğunun neredeyse kopyasıdır), Oxford’da dilbilimi üzerine çalışan (kurgu evreninde Elfler için bir dil icat etmişti), coğrafyaya (Orta Dünya haritaları) ve Avrupa ırklarının mitolojilerine (Elfler, cüceler, Hobbitler vs. nereden geliyor?) bir hayli meraklı olan Tolkien’in bu yönlerini kurmuş olduğu evrende görmek mümkün. Yüzüklerin Efendisi tek bir maceraya odaklanır ancak Orta Dünya mitolojisi (Tolkien legandarium sözcüğünü tercih ediyor) içerisinde çok sayıda hikâye mevcut. 12 ciltlik bir Orta Dünya Tarihi bile var. Her bir karakterin, her bir ırkın, her bir şehrin kendi tarihi ve efsanelerini bulabiliyorsunuz [3].

Peter Pan efsanesinin yazarı J. M. Barrie hakkındaki Finding Neverland (2004) filminde bir sahne vardır. Barrie, hayal gücü geniş olduğu ölçüde içine kapanık biridir ve karısıyla bu sebeple geçinemez pek. Ayrı dünyalarda yaşadıkları gibi odalarını da ayırırlar. Filmde karı kocanın kapıları yan yana duran bu iki ayrı odaya girişlerinde, kadın gerçekteki odasını görürken, J. M. Barrie bir fantezi dünyasına dalar. Tolkien’in dünyasına da aynen böyle girilir ve orası gerçek dünyanın paralelinde, ortaklıkları olsa da apayrı bir dünyadır.

Tolkien’in birikimini kurguladığı bu dünyaya yansıtması, elbette Yüzüklerin Efendisi’ni okuyanlar için bir “gizem çözme oyunu”na dönüştü yıllar içinde. Özellikle 2001’de filme aktarılıp yeni kuşakların ve daha geniş kitlelerin de dikkatini çekince, bir anda hakkında sayısız makale ve belgesel üretildi. Genel kanı, hikâyenin İkinci Dünya Savaşı’ndan esinlenildiği yönündeydi. Eser 1948’de tamamlanmıştı ancak ilk karalamalar 1938’e uzanıyordu ve o yıllarda Avrupa’da “kötülüğün” yükselişe geçtiği aşikârdı. Kötülüğün merkezindeki Sauron’un Hitler olduğu, hatta “Sauron’un Ağzı” isimli karakterin Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’ten etkilendiği ileri sürüldü. Kitaplarda yer alan hikâyeciklerin Avrupa halklarının tarihine olan benzerlikleri irdelendi. Tolkien’in dilbilimciliği, onu geçmişe doğru iz sürme konusunda adeta bir uzman hâline getirmişti. Ancak Tolkien bu yorumlara pek itibar etmedi. Yüzüklerin Efendisi’ndeki savaş sahnelerinin ise daha ziyade kendisinin de katıldığı ve “biri hariç bütün yakın arkadaşlarını” kaybettiği Birinci Dünya Savaşı’ndan esinlenildiğini belirtti.

Karşımızda iyilikle kötülüğün savaşı adına muazzam bir alegori dururken, politik ve tarihsel referanslardan kaçınmak her şeye rağmen mümkün değildi. Güç yüzüğünün ona sahip olan kişiyi “dönüştürmesi” ihtimaldir ki Lord Acton’ın meşhur “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.” sözüne bir atıftı. Smeagol ve Gollum arasındaki şizofrenik çatışma, özellikle buna hazır olmayan bünyelerde gücün etkilerini göstermesi açısından enfes bir örnekti. Kötülüğün “cazibedar” tarafları, Bilge Saruman karakteriyle ete kemiğe bürünmüştü. Kötülük, tek bir amaç etrafında kimliksiz ve kişiliksiz bir kitle olarak örgütlenirken, iyiliğin, direnişin saflarının birbiriyle çatışmalı gruplardan oluşmak zorunda kalması, tarihsel olarak sık rastlanan bir temaydı. Kötülüğün her türlü ilkeden uzak, her yolu mübah gören anlayışına karşılık iyiliğin “kendini korumak için” pek çok etkenden sakınması gerekliliği, her daim direnişin imtihanını oluşturuyordu.

Bununla birlikte iyi bir Katolik Hıristiyan olan Tolkien, kurduğu dünyada dine yer vermediğini ancak dinin, hikâyenin içinde yer alan “ahlakî” tartışmalarda bulunabileceğini savundu. Nitekim Yüzüklerin Efendisi insanî zaaflar ve güç ilişkisi açısından incelendiğinde, ortaya koyduğu kaidelerin dinî metinlere hayli yakın olduğu görülebilir. Zira dinî kıssalarda da alegorik anlatım katmanı bulunur. Günümüzde postmodern edebiyat da insanın iç dünyası ile dış dünya arasındaki rol paylaşımlarını tema olarak kullanır. Bu bakımdan dinî anlatılara yaklaşır. Odysseus’a nazire olarak James Joyce tarafından yazılan Ulysses’in de bütün insanlık tarihini bir güne sıkıştırmak gibi incelikleri vardır.

Ursula K. Le Guin’e göre bir eserin ilk adımı bir karakteri düşlemektir. Önce bir kişiyi düşlemekle başlar ve o kişinin etrafındaki dünyayı kurarak ilerler roman yazarı. Bilim kurguda ve fantastik romanlarda da böyledir. Başka dünyalardan karakterleri de düşlemek mümkündür ancak gerçekliğin sınırları esnedikçe, oyunun kuralları bozulmaya uğrar ve artık bu “adil bir oyun” değildir. Artık karakterlerinin davranışları için gerçek dünyadaki tecrübeleri kullanmak zorunda kalmadığından, “her şey mümkün hale gelir”. Bu sebeple belki de alegoriler iyi birer “öğüt”e dönüşür. Mesajı her zaman daha açıktır. Jorge Luis Borges gibi alegoriyi hayatın bir gerçekliği gibi kabullenerek “büyülü” bir formda yazıldığında dâhi alegorinin kalıplarını, sunduğu basit formülün yeknesaklığını kırmak mümkün olmaz.

Ancak Ursula K. Le Guin’in Tolkien’e çağın en önemli yazarlarından biri (roman yazarları dâhil) olarak yaklaşmasının arkasında başka şeyler de olmalıydı. Nitekim Le Guin, Tolkien’in yazarlığını bir “ritim ustalığı” olarak değerlendiriyor. Yüzüklerin Efendisi’nin film adaptasyonu hakkındaki yorumunda bu daha açık:

“Filmde tatminden uzak bulduğum şey savaş sahneleriyle ilgili obsesyon ve en çok da Tolkien’in anlatımdaki büyüleyiciliğinin sırrını hiçbir şekilde yakalayamamış olmasıydı: gerilim ve rahatlamanın, savaş ve barışın, kamusal ve özelin, korku ve emniyetin, ışık ve karanlığın kesin ve güçlü bir şekilde yer değiştirmesi… Kitabı bir kalp atışının, yürüyen bir insanın, gece ve gündüzün art arda gelmesinin hızına sahiptir… Bu sebeple kitabı okuyanlar ‘onu yaşarlar’ – hayatın ritmine sahiptir. Film, elbette, bir çeşit dramadır ve daha yoğun, daha hızlı akmalıdır. Fakat film bu yönde çok fazla gitmiş. Tamamen hareket, çok az düşünceden ibaret. (…) Bu yüzden çok güzel ve eğlendirici olmasına rağmen özünde Tolkien’in hikâyesine sadık değildi.” [4] [5]

Bir başka deyişle Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’nde gerçek dünyanın kurallarından uzaklaşsa da, kendi kurguladığı evrenin kurallarına bir hayli sadık, adeta kapı aralığından o dünyayı seyreder gibi yazmış. Gündelik hayat uzun uzadıya resmedilmiş, maceradaki en ufak detaylar bile atlanmamış. Yani hayal gücündeki büyüleyicilik ve yazarlığındaki ustalık, onu fantastik edebiyatın sınırlarının ötesinde bir yaratıcılık merkezine taşımış [6].

Bu sebeple de Yüzüklerin Efendisi, geçmişteki destanlardan ve epik hikâyelerden, mesnevîlerden ve kıssalardan, hatta dinî metinlerdeki didaktik anlatımdan uzaklaşarak, kendi evreninde nefes alıp verebilen bir “canlı organizma”ya dönüşüyor. Çizgi roman (karikatür) evrenlerinin tekdüzeliğine karşı hikmet ve felsefeyle öne çıkarken, diğer alegorik metinlerdeki mekanik işleyişi de ayrıntılardaki, betimlemelerdeki gücüyle aşıyor. Bu yönleriyle Jules Verne’in ve H. G. Wells’in fütüristik romanlarından, Frankenstein ve Alice Harikalar Diyarı’nda gibi tek boyutlu ve bugünkü çizgi romancılığa daha yakın fantastik hikâyelerden, tam anlamıyla “bilim kurgu” diyebileceğimiz teknoloji ve ütopik/distopik incelemelerden ayrışıyor. Bize öğütlerle dolu kıssalardan müteşekkil bir antoloji bırakıyor. 

_______

[1] Bilim kurgu ile fantastik romanın birbirinden çok ciddi farkları var. Bu konuda yoğun bir tartışmanın yapıldığı da muhakkak. Misal bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’a göre, bilim kurgunun “bilim”i temel alması zaruridir ancak fantastik hikâyelerde herhangi bir temel aranmaz. Ancak bu yazının konusu olan ‘alegori değeri’ hususunda bilim kurgu ile fantastik edebiyatın benzer yönleri olduğunu söylemek mümkün. Bu yüzden çoğu yerde, iki türün kesiştiği örnekleri ele aldım.

[2] Detaylı bir okuma için Ursula K. Le Guin’in Metis yayınları tarafından çevrilen Zihinde Bir Dalga: Yazar, Okur ve Hayal Gücü Üzerine isimli kitabına göz atabilirsiniz.

[3] Belki de Yüzüklerin Efendisi filmlerinin romana en büyük sadakati, Tolkien evrenini canlandırırken detaylara müthiş önem vermesiydi. National Geographic’te 2002 yılında yayınlanan bir belgesel hem kitapla hem de filmle ilgili bu detaycılığa iyi dikkat çekiyor [Türkçe dublajlı]: https://www.youtube.com/watch?v=86EnlDx4y2k

[4] Ursula K. Le Guin’in röportajı için [İngilizce]: http://www.ursulakleguin.com/Interview-Castagno.html

[5] J. R. R. Tolkien’in oğlu ve yakın zamanda eserlerinin çoğunu elden geçiren bir anlamda editörü Christopher Tolkien, Le Guin’in aksine filmleri yerden yere vuruyor.

[6] İncelikli bir bilim kurgu yazarının ‘gerçekçi bir roman’ yazdığında neler başarabileceğini görmek için Ursula K. Le Guin’in Malafrena isimli romanını okuyabilirsiniz.

Arka Kapak dergisi 22. sayı