Sidar Bayram

12 Eylül 1980 darbesinin ardından dönemin Türkiye İşverenler Sendikaları Konfederasyonu başkanı Halit Narin’in, mağrur bir ifadeyle sarf ettiği “şimdi gülme sırası bize geldi” sözü Türkiye toplumunu bekleyen büyük dönüşümlerin habercisiydi. Bu neşe ve özgüven, Türkiye’nin geçirmekte olduğu toplumsal dönüşümlerle yakından ilişkiliydi. Çünkü 12 Eylül darbesi serbest ekonomiye geçiş ve toplumsal muhalefetin zor yoluyla sindirilmesi gibi ekonomik ve siyasal sonuçların yanı sıra bu ikisiyle bağlantılı kültürel dönüşümlere de yol açacaktı. Oldukça renkli geçen 80’li ve 90’lı yılların çokça bahsedilen ‘neşesi’, aslında Halit Narin gibi işadamlarının ve zenginlerin gülüşünde saklıydı.

Tarz-ı Hayattan Life Style’a: Yeni Seçkinler, Yeni Mekanlar, Yeni Yaşamlar kitabında, Rıfat Bali de bu ilişkinin peşine düşüyor, 80’lerde tohumları atılan elitleri/zenginleri ve onların seçkin yaşam pratiklerini, medya-iş dünyası-siyasi iktidar sacayağında ele alıyor. Büyük oranda gazete-dergi taramasına dayanan çalışma, seçkin(ci)liği, değişen yaşam tarzları, gündelik pratikler, tüketim kalıpları, toplumsal konumlar, kültürel–siyasal kodlar açısından tartışıyor. Böylece, Türkiye’de hâlâ pek araştırılmamış olan, zenginliğin ve seçkinleşmenin kültürel hallerine dair nadir incelemelerden biri ortaya çıkıyor.

Hikaye Özallı yıllar ile başlıyor. 24 Ocak kararlarının mimarı Özal 83’te sivil idarenin ilk Başbakanı oluyor. İlk icraatlar: serbest döviz-alım satımı, serbest ithalat-ihracat. 70’lerin kaçak malları, Nescafeler, çikolatalar, blucinler ve ithal arabalar gibi bilumum ithal, lüks tüketim ürünleri artık vitrinlerde yerini alıyor. Nüfusun çoğu bu bolluktan nasiplenemese de hoşnut: “Özal’ın getireceği bolluğu vitrinlerden izlemek de parayla değil ya.” (s.28) Ekonominin canlanması, piyasanın genişlemesi yeni zenginleşme ve iş imkanları sunuyor. Elbette bu dönüşüm liberal ekonomiye geçiş ile sınırlı kalmayıp, toplumsal konumlara, kodlara ve normlara da sirayet ediyor.

Sağ-sol çatışmalarının egemen olduğu 70’li yılların direnişli grevli günlerinde “kendilerinden söz ettirmemeye”, “kamuoyunda görünmemeye” dikkat gösteren işadamları 12 Eylül darbesi sonrası toplumsal muhalefetin silindiği bir ortamda “azami derecede görünmek için ellerinden geleni” yapıyor. (s.35) İktidarın özel sektörü sonuna kadar desteklediği koşullarda, Sakıp Sabancı hızını alamayıp 84’te “Asıl sosyalist benim. Durmadan sosyalizm sloganı atanlar, sosyalizmin en büyük düşmanıdır. İyi bir sosyalist iyi bir üreticidir…” (s.77) diyor. Sabancı’nın bu sözleri, dönemin iş adamlarının kendi kendini adlandırma cüretinin, toplumsal konumları ve kavramları belirleme kudretinin iyi bir göstergesi. Bu dönemde, daha önce popülist tepkilere neden olan, hoş görülmeyen zenginliğin gösterilmesi, gösterişli tüketim vs. başarının ve gücün özenilen sembolleri oluyor. Her ne olursa olsun zenginleşmek, işini bilmek, yükselmek, bir yolunu bulup köşeyi dönmek her bireyin birinci vazifesi haline geliyor. Özallı yılları tanımlayan da liberal ekonomi ile işadamlarının giderek görünür olması kadar, toplumsal değerlerdeki bu dönüşüm oluyor.

90’lara doğru, gelişen reklamcılık, iletişim, bankacılık ve medya sektörüyle birlikte iyi eğitimli, en az bir yabancı dil bilen, Batılı bir yaşam sürmeye gayret eden genç modern profesyoneller ve işadamları sahaya iniyor. Önceki kuşak zenginlerden farklı olarak, bu genç kuşak kendisini küresel dünyanın bir ferdi olarak görüp, inceltilmiş kültürel zevkleriyle kendilerini hem halktan hem de diğer zenginlerden ayrıştırıyor. 90’larla birlikte ekonomik sermaye kadar kültürel sermaye de seçkinlerin kendilerini ayrıştırma stratejileri repertuarında yerini alıyor. Zaten bu farklılık, sizden biri diye lanse edilen Turgut Özal’ın yerini Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi genç, Batılı, kültürlü diye pazarlanan siyasilere bırakmasında da görülebilir. Artık yalnızca başarmanın, kazanmanın ve görünür olmanın yeterli olmadığı, hayattan, sanattan ve kültürel tüketimden zevk almayı bilmenin ve saygın olmanın arzulandığı yıllardayız. İşadamları para kazanmakla yetinmiyor, sosyal demokratlık oynamaya, hayırseverliğe talip olmaya, kültürel faaliyetlere sponsorluk yapmaya, toplumun öncülüğünü üstlenmeye başlıyor.

Bali’ye göre, bu koşullar içerisinde medya, hem işadamlarının saygınlık arayışına cevap bulup yatırım yaptıkları bir sektör, hem de tüketici bilincini telkin etmek, seçkin ve üst düzey yaşam tarzı hayalini sürekli taze tutmak için bir araç haline geliyor. Önceden gazeteci-patronlar tarafından yönetilen Babıâli medyası yerini, gazeteciliği saygınlık kazandırabilecek bir ‘business’ olarak gören işadamlarının yönetimindeki İkitelli medyasına bırakıyor.

Ertuğrul Özkök Hürriyet’in yeni binalarını şöyle tarif ediyor: “New York’un Manhattan Adasındaki gökdelenlerin kozmografyasına sahip iki bina… ön tarafları komple cam, yükseklere tırmanan bina kendi miladını yaratıyor, gelecekle şimdiki zaman arasında hudut çizgisi haline geliyor.”(s.205)

Gazeteciler, işadamlarının ve siyasi figürlerin sürekli yanı başında bulunup, hem onların halkla ilişkilerini üstleniyor hem de bu seçkin zümrenin az da olsa bir parçası olmanın maddi-manevi getirilerinden yararlanıyordu. İshak Alaton gibi işadamlarını bir felsefeci, bir kanaat önderi gibi pazarlıyor ya da Tansu Çiller (karşıtlarına ‘bıyıklılar lobisi’ denilmesi) örneğinde olduğu gibi siyasi aktörleri açıktan destekliyordu. Ayrıca, köşe yazarlığı, toplumsal gidişatı belirleme, ikonlaşma, kanaat önderi rolüne soyunma imkânı sunuyordu. Gazeteciliğin nasıl algılandığını ise, köşe yazarlığı yalnızca bir gün süren Ayşe Kulin’in “ anne…BİR KÖŞEM VAR BENİM” (vurgu Ayşe Kulin’e ait) coşkusu yoruma yer bırakmayacak şekilde özetliyordu.

Medya ve özellikle Bali’nin tabiriyle ‘life-style yazarları’, seçkinci dilleri ve tavırlarıyla “Beyaz Türklüğün” yaratılmasında önemli bir rol oynayıp, yeni Türk insanının şartnamesini de yazıyordu. Avrupa yakasına telefon kodu olarak, aynı zamanda Manhattan’ın kodu olan, 212’nin verilmesi ya da reklamlardaki “Burası Manhattan, karşısı Üsküdar” gibi ifadeler bu sosyal kesimin dünyasını ifade ediyordu.

Refah Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazandıktan sonra, genel seçimlerde de zafer elde etmesiyle birlikte, seçkinlere yerleşen hüzün ve endişeyle karışık bir fethedilme duygusu, yükselen Kemalist milliyetçilikte ifade buluyordu. Kentteki kültürel gerilim modern/laik-muhafazakar/İslamcı ikiliğine yerleşiyor ve 90’lardan itibaren siyasal, kültürel ve toplumsal yaşamımızı belirleyen en önemli ayrışmalardan biri sahnede yerini alıyordu.

Bali’nin çalışması 2001 ekonomik kriziyle birlikte seçkinlerin ve zenginlerin yaşadıkları imaj kaybıyla son buluyor. Tarif ettiği kültürel dönüşümler ise, kriz sonrası birkaç senelik duraklamanın ardından, hız kaybetmeden devam ediyor. Gündelik yaşam alanları, kültürel tercihlere göre hızla ayrışmayı sürdürüyor. Çalışmada kısaca değinilen muhafazakarlar ve Kürtler, bu ayrışma sahasının göz ardı edilemeyecek aktörleri haline geliyor. Yükselen İstanbul burjuvazisi dışında kalan toplumsal kesimlerin eksikliğine rağmen, kitapta bugün sıklıkla karşılaşılan/başvurulan kültürel stratejilerin, 90’lar boyunca gelişimini izlemek, günümüzün siyasi ve toplumsal kültürünün tarihine dair mühim ipuçları bulmak mümkün. Bugün, kent hakkı, yaşam tarzları ve kültürel pratikler güncel siyasetin konuları haline gelmişken, bu tartışmaları belirleyen kültürel kodların da, ifade biçimlerinin de eleştiriye tabi tutulması şart görünüyor. Söz konusu seçkinci-dışlayıcı dilin ve yaşam pratiklerinin tarihi, toplumsal hayatı anlamaya ve dönüştürmeye talip herkesin kurtulması gereken bir bakış açısı koyuyor önümüze. Bu ise, kitabın yazarı Rıfat Bali’nin de aktardığı yazarların diline ve bakışına yer yer teslim olmaktan kurtulamayıp bocaladığı, zorlu bir uğraş.

[*] F. Scott Fitzgerald’ın, Ernest Hemingway’e söylediği de rivayet edilen, ‘The Rich Boy’ (Zengin Çocuk) hikâyesinde yer alan ifadesi.

babilcomdanalabilirsiniz


Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a –  Rıfat N. Bali

İletişim Yayınları