Erkan Şimşek

Bir zamanlar dünya nüfusunun kabaca dörtte birini yöneten, yeryüzünün yaklaşık aynı orandaki kesimini kapsayan ve neredeyse bütün okyanuslarda hüküm süren bir İmparatorluk vardı…

Ünlü Britanyalı tarihçi Niall Ferguson, ikonik eseri İmparatorluk’a böyle başlar. Peki, ne zamandır bu zamanlar? Cevabı yine Ferguson’dan alalım: “Britanya Adaları 1615’te ekonomik açıdan önemsiz, siyasal açıdan kavgacı ve stratejik açıdan ikincil bir ülkeydi. 200 yıl sonra ise beş kıtadaki 43 sömürgesiyle dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük imparatorluğa sahipti…” Ve bütün bunlar elbette tesadüfen olmamıştı. I. Elizabeth’in tahta çıkışıyla başlayan bir sürecin, bilinçli bir stratejinin sonucuydu.

I. Elizabeth, 1558 – 1603 yıllarında ülkenin kraliçesiydi ve bu döneme bütün tarihçiler altın çağ adını verir. William Shakespeare ise 1564 – 1616 yılları arasında yaşamıştır. Aşağı yukarı işte bu altın çağın yazarıdır. Britanya İmparatorluğu henüz dünyaya hükmetmemiştir ancak o büyük sömürge imparatorluğunun temelleri atılırken Shakespeare de oradadır. İç zenginliğini biriktirmeye başlayan, henüz dünyaya açılmamış ama bunun ekonomik, zihinsel hazırlıklarını yapan bir ülkede sanatın ve sanatçının durumunu da en iyi yine Shakespeare üzerinden okumak mümkün. Peki kimdir bu 400 yıldır bütün sanat dallarının esinlendiği Shakespeare?

Bir kere zengin bir aileden geliyordu. Babası siyasetçi ve tüccardı. Annesi de varlıklı bir toprak sahibinin kızıydı. Londra’ya bugün birkaç saat uzaklıktaki Stratford-upon-Avon’da doğdu. Doğum tarihi bilinmese de vaftiz tarihi kilise kayıtlarına göre 26 Nisan 1564. Bu da doğum tarihi olarak kabul ediliyor. Doğduğu yerdeki okullara devam etti. Bu yıllar İngiliz eğitim sisteminin kurumsallaştığı yıllardı. Derslerin çoğu Latinceydi. Üniversiteye gitmedi, 18 yaşında evlendi.

30’lu yaşlarına yaklaşırken Londra’ya geldi ve şöhret basamaklarını bir bir çıkmaya başladı. Aynı zamanda 16. yüzyıl sonlarına yakışır bir şekilde yatırımcı ve girişimciydi. İngiltere’nin tarihsel dönüşümüne şahit olmanın ötesinde bu dönüşümde bizzat yer aldı. Kendi tiyatro şirketini kurmuştu. Bu dönemde tiyatro oldukça popüler bir sanattı. İngiliz toplumu tiyatroya yatırım yapıyor, bu sanatı destekliyor, kraliyet ailesi de aynı şekilde davranıyordu. Hatta Shakespeare’in tiyatro şirketine de destek oldular.

Endüstri kavramını bugünkü anlamından biraz farklı kullanmış olmakla birlikte Shakespeare kendi çağında bir tür tiyatro endüstrisinin kurucusu olmuştur. Elbette kendisinden önce de güçlü bir oyun, oyunculuk geleneği vardı ama Shakespeare metin, oyunculuk, sahne, seyirci ve dekor kavramlarının üzerine düşünüp tiyatroya yenilikler getirdi. Dekorsuz tiyatronun yaygın olduğu bir çağda kostümlere, dekorlara yatırım yaptı, bunları da oyunun bir parçası hâline getirdi. Antik Yunan’dan gelen büyük tiyatro geleneği içinde devrimler yaptı; sanatla hayatı, malzemeyle metni, duygularla seyirciyi bir kere daha görkemli bir şekilde buluşturdu.

Eserleri sadece biçimsel olarak değil insan ruhunun derinliklerine ve hakikatlerine nüfuz etmesiyle de meşhur oldu. Freud gibi bilim adamlarına adeta somut veriler hediye etti. Bu konuda Dostoyevski de mesela aynı güce sahip bir sanatçı olmuştur. Shakespeare insanlığın büyük çelişkilerini oyunlarına konu etmiş; gerçek tarihsel kişilikleri ete kemiğe büründürmüştür. Julius Caesar, III. Richard, IV. Henry gibi gerçek tarihî kişiler için yazdığı replikler bugün birçok insan tarafından gerçekten söylenmiş gibi bilinmektedir. Shakespeare aynı zamanda bir tür alternatif tarih yazımına da imza atmıştır.

Tiyatro elbette onun asıl işiydi ama şiirleri de onu yine tarihin en büyüklerinden biri yapmıştır. Batı dillerinin birçoğunda kullanılan sone türünde, bilinen, 154 şiiri vardır. Soneler bilindiği gibi 14 dizeden oluşur ve “abba – abba – ccd – ede” biçiminde bir uyak örgüsüne sahiptir. Shakespeare sonelerini, doğu edebiyatlarındaki aruz vezni misali (elbette farklı bir mantığa sahip olan) “iambic pentameter” adlı kafiye biçimiyle yazmıştır. Bütün bunlar ciddi bir matematik ve kelime bilgisi gerektirmektedir. Shakespeare bu biçimsel zorluğu olağanüstü bir şekilde aşmış ve İngilizceyi kanatlandıran şiirlere imza atmıştır. Bu şiirler bugün tıpkı tiyatro eserleri gibi tüm dünya dillerine çevrilmiş, şairler üzerinde küresel bir etki bırakmaya devam etmektedir.

Shakespeare’in tiyatro eserlerine dönecek olursak, yazarlık yaşamına elbette bir klasik olarak komedyalarla başladı. Kendisine kadar komedya İngiliz tiyatro geleneği içinde güçlü bir türdü ancak metinler bütünlükten yoksun, tarihten beslenen skeçler hâlindeydi. Shakespeare bu türe bir derinlik ve dramatik bir bütünlük getirdi. Bu yüzden de kendisi ve oyunları şöhretle çabuk tanıştı.

İngiltere’de adeta dedektiflik tarafıyla öne çıkan hususi bir tarza dönüşen Shakespeare tarihçiliği, yazarın eserlerini farklı biçimlerde tasnif ederken yaygın olarak komedi – trajedi – tarihî ayrımını kullanmaktadır.

Kronolojik tasnifte ise ilk dönemde, IV. Henry, III. Richard, Kral John, Yanlışlıklar Komedyası, Venedik Taciri gibi eserlerini yazdı. Olgunluk döneminde Kral Lear, Hamlet, Othello, Macbeth, Atinalı Timon tragedyalarını üretti. Son dönemde ise Bir Kış Masalı, Fırtına ve VIII. Henry adlı oyunlarını yazdı.

Shakespeare elbette İngiliz tarihinden esinlendiği eserler kaleme alsa da Roma tarihinden de çokça faydalandı. Bir çok oyunu İtalya’da geçer. Bunun sebebi bir alegori ihtiyacından ziyade aldığı Latince eğitimdir. Eğitim aldığı yıllarda İngiltere’de Latin ve Yunan tarihinin bir önceliği vardı. Yaşamadığı tarihleri, görmediği mekânları öyle ustaca anlatıyordu ki seyircileri büyülüyordu. Asıl büyüsü ise elbette kelimelerinde saklıydı. Uzmanlara göre eserlerinde yaklaşık 15 bin kelime kullandı. Bunlardan 2000 tanesi doğrudan Shakespeare’in kendi icadıydı. Bu kelimeler bugün bile yaşamaktadır. İngiliz ruhunun derinliklerine sirayet etmişlerdir. Kendinden hemen sonraki dönemde yaşayan büyük şair John Milton bile 8000 kelime kullanmışken Shakespeare’in diline olan bu katkısı İngilizcenin uzak gelecekteki hakimiyetine adeta bir temel olmuştur.

Ölümünden sonra Shakespeare uzun yıllar (hatta kabaca iki yüz sene boyunca) yaşadığı dönemdeki popülerliğine erişemedi. Elbette unutulmadı ama eserlerinin gücü nispetinde bir ilgiden mahrum kaldı. 19. yüzyılın ortalarında ise dönemin koşulları gereği adeta yeniden “keşfedildi” ve hatırlandı. Bunda dönemin gelişmeleri etkili oldu. Güçlü bir kraliçe, sanayi devriminin getirdiği sömürü ve çelişkiler, dayatılan toplumsal normlar ile hakikat arasındaki uçurum, baskıcı teamüller ile tepkisel pratikler arasında sıkışan insanların trajedisi, yobazlık ile özgürlük arasındaki mücadele, bastırılan duygular ile patlayan suçlar elbette kendi estetiğini beraberinde getirecekti. Bu yüzden bugün İngiliz edebiyatının en önemli romanları bu dönemde yazıldı, bu dönemi anlattı. Yazarlarının ilham kaynaklarının başında ise Shakespeare geliyordu. Evet, Victoria Devri’nden bahsediyoruz. İngiltere tarihinin bu özel döneminde yeniden yükselen Shakespeare, çıktığı zirveden bir daha inmedi. Çünkü 16. ve 17. yüzyılların kısıtlı imkanlarıyla tüm zamanların evrenselliğini yakalamıştı. İnsan ruhunun değişmeyen, eskimeyen derinliğini keşfetmiş; insanın hırslarını, arzularını, çelişkilerini tek tek yakalamıştı. Döneminin hastalıklarından da elbette azade değildi. Türkler, Araplar, Müslümanlar hakkında (bunları da zaman zaman birbirinin yerine kullanarak) bugünün ölçütlerine göre ırkçı hezeyanları da metinlerine ekledi. Venedik Taciri oyunundaki meşhur Yahudi Shylock’u mesela kalpsiz, kötücül bir tefeci olarak yazmıştı. Ama bir yandan da 16. yüzyıl İngilteresi’ndeki antisemitizm anlayışına, oldukça ilerici bir tiradla (III. perde – I. sahne) cevap vermişti. Yani bir yanıyla hümanist bir yanıyla öteki düşmanıydı. Çelişkileri vardı. Tıpkı kendi eserlerindeki karakterler gibi…

20. yüzyılda sinemanın yükselişiyle birlikte beyaz perdede de gücünü hissettirdi, popüler kültürün güçlü, evrensel bir ikonu oldu. Yaşadığı dönemde Londra’da ortalama yaşam süresi 35 sene iken, Shakespeare 23 Nisan 1616 günü, 52 yaşında iken hayata veda etmiştir. Ölüm sebebi ise gizemini korumaktadır. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 32.sayısında yayınlanmıştır.