Nihal Yormaz

Dünya edebiyatının dev isimleri arasında yer alan birinden bahsedeceğiz bugün. Her zaman olduğu gibi klasik bir hikayedense biraz onun iç dünyasına, biraz özel yaşamına ve en nihayetinde de bu ikisinin onun sanatına yansımasına göz atacağız. 1799 Mayıs’ının 20. Günü, Fransa’nın Tours kentinde dar görüşlü, şefkat yoksunu orta sınıf bir burjuva ailesinin içine doğdu Balzac. Gerçek adı Honoré Balssa olan yazar, adını değiştirirken köylü kimliğinden kurtulmak amacıyla isminin önüne “de” takısı getirdi ve böylece ismine soylu bir görünüm kazandırarak Honoré de Balzac oldu. Babası Bernard François Balssa devlet memuruydu, annesi Anne Charlotte Laure Sallambier ise Paris’in ünlü ve seçkin bir ailesine mensup ve babasından 31 yaş küçük olan bir kadındı.

Dünyada görüp görülebilecek en huysuz ve soğuk anne modelini sergileyen Balzac’ın annesi, onu doğumunun hemen ardından evden atarak bir jandarmanın karısına teslim etti. Balzac, bazı kaynaklara göre dört yaşına kadar o evde, diğer bazı kaynaklara göre ise yetimhanede kaldı. Onun, hastalandığında başucunda bekleyen, tatlı sözler söyleyen bir annesi hiç olmadı. Hali vakti yerinde bir ailenin yanında son derece iyi şartlarda büyüyebilmesi mümkünken bir yetim gibi evden uzakta geçirdiği bu yıllarıyla ilgili Balzac’ın söylediği şu sözlerden de, bu olayın onu ne derece etkilediğini görebilmek mümkün: “Benim hiçbir zaman bir annem olmadı… Benim hayatımdaki tüm kötülüklerin sebebi annemdir.

Dört yaşına kadar ailesini haftada bir gün Pazar günleri görme hakkı olan ve küçük kardeşleriyle oyun oynamasına dahi izin verilmeyen Balzac, hiç oyuncağı olmadan geçirdiği çocukluğunun ardından çok da başarılı bir okul hayatı geçirmedi. 8 yaşındayken başladığı, Vendôme papazlarının yönettiği bir kolej olan Collège des Oratoriens’de 6 yıl boyunca öğrenim gördü. Ta o zamanlarda bile ders çalışmak yerine zamanının çoğunu kitap okuyarak geçiren Balzac’ın, ailesi, Napolyon’un devrilmesinin ardından Paris’e taşındı. Balzac, bu dönemde Paris’te babasının zoruyla hukuk öğrenimi görmeye ve bir noterin yanında çalışmaya başlamıştı. Fakat onun aklını bambaşka hayaller kurcalıyor ve işini benimseyemiyordu. Sağlam bir hayal gücü vardı ve kafasında sürekli dönüp duran hayalleri.

1819 yılında ailesi maddi sıkıntılar nedeniyle Paris yakınlarındaki Villeparisis kasabasına taşınınca haliyle Balzac da Paris’ten uzaklaşmak durumunda kaldı. Bu durum onun edebiyat yapma hayallerine gölge düşürecekti çünkü o dönemde edebiyat üzerine araştırma yapabilmek için Paris’te bulunmak gerekiyordu. Ancak o vazgeçmedi ve konuyu da ailesine açtı. Ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen Balzac Paris’te son derece kötü şartlarda yaşayacağı bir tavan arasına taşındı ve bu küçücük odada durdurak bilmeden yazmaya verdi kendini. Bu odayı ve içinde bulunduğu pejmürde hali 1831 yılında Arsenal Hoffmann’dan esinlenerek yazdığı La Peau De Chagrin adlı öyküsünde, fantastik bir dille anlatacaktı. Bu döneme ait ilk ciddi çalışması ise 1820 yılında kaleme aldığı Cromwell adlı trajik bir tiyatro oyunu oldu. Bu çalışma neredeyse baştan sona kendi ailevi sorunlarının onun üzerinde açtığı yaraları konu alıyordu. Yazarın aile hayatında yaşadığı tüm olumsuzluklar, onun karamsar biri olmasına sebep olmuş ve bu da onun satırlarına fazlasıyla yansımıştı. Fakat bu eserde, beklediği başarıyı elde edememiş ve roman türüne yönelme kararı almıştı. 1822 yılına kadar romantizm karşıtı hicivsel bir tarzda, mahlas kullanarak birkaç eser kaleme almış ancak edebiyat dünyasında kendini kanıtlama şansı bulamamıştı. Bu eserler de tıpkı ilk eserinde olduğu gibi başarısız oldu. Balzac maddi sıkıntılar yaşıyordu ve bunları gidermek için bir yayınevi açtı. Şans burada da yüzüne gülmedi ve yayınevini batırdı. Böylece Balzac, ömrünün geri kalanında birçok kez yaşayacağı başarısız iş denemelerinin ilkini yaşamış oldu. Bu, biraz da onun mizacının bir yansımasıydı, umutsuzluğa kapıldığı anda ki sık sık kapılıyordu her şeyden vazgeçebiliyordu.

Balzac, hayatı boyunca iki büyük tutkusunun peşini hiç bırakmadı; zengin kadın ve şöhret. Zengin kadın tutkusu; içinde bir türlü bastıramadığı zengin ve ünlü olma arzusunun bir yansımasıydı aslında. Fakat doyumsuzdu ve eserlerinde ortaya koyduğu çeşitliliği, aşk hayatında da fazlasıyla gösteriyordu. 1827 yılında yani Balzac 28 yaşındayken, 45 yaşındaki Madame Laure de Berny ile tanıştı ve 15 yıl sürecek ihtiraslı bir aşkın tohumlarını attılar. Madame Berny onun ilk aşk deneyimiydi; içine kapanık ve asosyal bir karakter olan Balzac’ın hayatı, Madame Berny sayesinde hem maddi hem manevi olarak tamamen değişti. Zira Madame Berny, Balzac’ın bütün borçlarını ödemişti. Balzac bunu, hayatına giren hemen her kadına yaptıracaktı ve bu sayede maddi anlamda çok büyük sıkıntılar çekmeyecekti. Madame Berny’den bahsetmişken onun Balzac’ın eserlerine yansımasına da değinmeden geçmeyelim. Balzac’ın eserlerinden son derece tanıdık olduğumuz, orta yaşlı, yalnız ama güçlü kadın tipinin mükemmel bir yansıması olan Madame Berny; özellikle Vadideki Zambak’ta işlenen kadın profiliyle son derece benzerlik gösterir. Hatta o kadının Madame Berny’nin ta kendisi olduğunu söylersek de yanlış olmaz sanırım.

Balzac, aşk hayatında çeşitliliği severdi demiştik. İşte bu çeşitliliğin bir örneği de Düşes d’Abrantes idi. Madame Berny ile yaşadığı ilişkisi devam ederken araya Düşes d’Abrantes ile de bir flört sıkıştıran Balzac, yine kendinden yaşça büyük bir kadını seçmişti. Balzac, Prens Metternich ile de devam eden bir birlikteliği olan Düşes d’Abrantes ile tanışır tanışmaz ona sahip olmayı aklına koymuş ve sonunda da aklına koyduğunu yapmıştı. Tıpkı Madame Berny gibi Düşes de Balzac’ın hem sevgilisi olmuş hem de borçlarını ödeyen finansörü. Balzac’ın zengin kadın tutkusunun hiç de boş ve amaçsız olmadığını buradan da görmek mümkün.

Yaşı ilerledikçe birçok kadınla düşüp kalkmaya başlayan Balzac, yazarlık ve sevgililik döngüsü içinde yüksek bir enerjiyle hayatına devam ediyordu. Son derece itici ve pis bir görüntüsü olan Balzac, her şeye rağmen kadınlar tarafından fazlasıyla isteniyordu. Ona hiçbir kadın “hayır” diyemiyordu ta ki Fransa’nın en güzel aristokratlarından Marquise de Castries ile karşılaşana kadar. Marquise, “Balzac’ın dış görüntüsündeki iticiliğe katlanamayan kadın” olarak Balzac’ın tarihine geçen ilk isimdi ama Balzac’ın intikamı acı olacaktı. “La Duchesse de Langeais” adlı romanında Balzac, Marquise’i rezil edecekti.

Balzac’ın aşk hayatı her zaman hareketli olmuş ve ihtiras dolu ilişkilerle ruhu beslenmişti. İşte bu yüzdendir ki, belki de hayatının o kısmını anlatmak için başka bir yazıda başka bir başlık altında konuşmalıyız. Nitekim sırada Evelina, Marie Louise du Fresnay, Frances Sarah Lovell ve Louise Breugnol gibi Balzac’ın hayatını baştan sona etkileyen önemli kadınların hikayeleri var. Ama biz şimdilik bu hikayelerden biraz uzaklaşıp, yazmaya gece yarısından sonra başlayan ve üzerine keşişlerin giydiğine benzer bir cübbe giyerek çalışan Balzac’ın edebiyatla olan aşkıyla ilgilenelim.

Günde en az 16-18 saat çalışan ve çalıştığı süre içinde düzinelerce kahve içen, hatta bir yazarın kahve içmeden yazamayacağına inanan Balzac, bir yandan da yemeğe düşkünlüğüyle nam salmıştı. Hayatı boyunca uçlarda yaşamayı sevdi Balzac; çalışırken uzun saatler harcaması, oburluk derecesinde çok yemek yemesi, birden fazla kadınla ilişki yaşaması, aldığı en pahalı elbiselere bile kötü bakması, tırnaklarının kirliliği, vücudundaki pis koku ve herkesin içinde burnunu karıştıracak kadar fütursuz davranışlar sergilemesi de bu uçarılığa en iyi örneklerdendi. Amma velakin kadınların dilinden iyi anlıyor ve konuşmaya başladığı anda bir yıldıza dönüşüyordu.

Balzac, devrinin yazarlarından, önemli bir noktada ayrılıyor ve hatta sadece yaşamıyla değil ölüm şekliyle de fark yaratıyordu. Öyle ki, alkol içerek kendini dağıtan yazarlar arasından “koyu kahve” içen tek yazar olmasıyla sıyrılıyordu. Ancak maalesef bu alışkanlığı onun sonunu hazırlayacaktı.

Ardında 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde olan çok değerli eserler bıraktı Balzac. Sabahlara kadar kahve içerek durmaksızın yazdığı bu eserler hiçbir zaman tamamlanamayacakları için boyunları bükük Balzac’ın çekmecesinde öylece kalakaldılar. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilen Balzac, olay örgüsünü mantıksal bir sırayla gerçekçi bir gözlemcinin ağzından aktarıyordu. İşte bu yüzdendir ki; kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, belli kurallara bağlı “klasik roman tekniğini” Balzac’ın yaratmış olduğu düşünülür. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası olan Balzac’ın empati yeteneği de oldukça gelişmişti. Kendisini başka insanların yerine koyarak onların duygularını o kadar iyi yansıtıyordu ki, eserlerindeki arka planla karakterler arasındaki ilişki de bu yansımadan olumlu yönde etkilenerek eserlerini devleştiriyordu. Bu özellikleriyle romanın Shakespeare’i olarak kabul edilen Balzac, yaşama realist bir pencereden bakmayı seviyordu.

Balzac ölümüne dek 92 roman yazdı. Tarihi romanı “Les Chouans” Balzac’ın edebiyat hayatının başlangıç noktasıydı. Balzac aynı yıl Sir Walter Scott’un etkisi altında yazdığı realist romanı Physiologie du mariage’ı çıkardı ve takip eden 21 yıl boyunca da eşi benzeri görülmemiş bir üretkenlikle yazmaya devam etti. 1842 yılında kitaplarını İnsanlık Komedisi adı altında düzenli bir hale getirdi. Bu eser, onun tamamlanmamış ancak dünya çapında hatrı sayılır yazarlar arasına girmesini sağlamış en ünlü eseridir. Bu, dünyaca ünlü eserinde Balzac, Paris’ten taşraya, zenginlerden yoksullara, aristokratlardan burjuvalara, genç aydınlara, suçlulara, askerlere, politikacılara kadar uzanan çok geniş bir çerçeveden dünyayı inceledi. Romanda realizmin babası olarak kabul edilen yazar ilerleyen yıllarda Goriot Baba adlı başyapıtıyla da edebiyat dünyasını sallamayı başardı.

Balzac 1850 yılının bir Ağustos gününde, yüksek dozda tükettiği koyu kahvelerin kalbine verdiği ağırlığa daha fazla dayanamadı ve hayata veda etti. Balzac’ın, yarattığı kahramanlarla kurduğu empatik ve hatta belki biraz da şizofrenik ilişkisine ölüm döşeğindeyken son kez şahit olundu. Zira ölmek üzereyken İnsanlık Komedisi’nde kendi yaratmış olduğu Dr.Horace Bianchon’u baş ucuna çağırması, bu ilişkinin boyutunu gözler önüne sermeye yetmişti.

Honoré de Balzac, ilginç karakter yapısı, umursamaz ve bakımsız görüntüsünün altında taşıdığı kırılgan kalbi, içtiği kahveler kadar koyu karanlık iç dünyası ve ölçüsüz hırsı ile kuşkusuz ki Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden biri olmayı başarmıştır. İtalya’da Dante, İspanya’da Cervantes, İngiltere’de Shakespeare, Almanya’da Goethe, Rusya’da Tolstoy neyse Fransa’da da Balzac odur. Fransız edebiyatının görüp görebileceği en büyük realist yazarlardan biri olan Balzac, kendi yaşamıyla edebiyat arasında oldukça sağlam köprüler kurmayı başarmış ve bu sayede her satırda okuyucusunun kalbine dokunabilmiştir. Edebiyat tarihinin devleri arasında anılmasının hakkını da fazlasıyla vermiştir.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 14.sayısında yayınlanmıştır.