Merve Akbaş

Tarık Tufan’ın yeni kitabı Beni Onlara Verme, samimi diliyle okuyucusunu ilk sayfadan itibaren hikâyenin içine çekmeyi başarıyor. Kendimizi Unkapanı ile Balat arasında kalan Haydar Mahallesi’nde, kaybedişin, melankolinin, acı sonların kol gezdiği masalsı bir dünyada buluyoruz. Bu dünya bize sinemanın en ilginç akımlarından birini, film noirları hatırlatıyor…


Beni Onlara Verme
Tarık Tufan
Doğan Kitap

“Taksicilerin girmek istemediği sokaklar diye bir şey var bu şehirde. Bu bir ölçü, bir tanımlama biçimi aslında; taksici girmiyorsa oralarda kol gezen uğursuz bir gölge, kötü bir rüya, tekinsiz bir sokak, ölçüsüz bir öfke var demektir. Yüz yüze gelmek istemeyeceğin insanlar, dokunmak istemeyeceğin hayatlar, yan yana yürümek istemeyeceğin nefretler. Öyle şeyler.”

Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Karanlık köşe başında taksiden inen bir adam görüyoruz. Elleri cebinde, sisli, karanlık bir yolda ilerliyor. Dört bir yanı eski, bakımsız binalarla çevrili. Orson Welles’i veya Humphrey Bogart’ı andırıyor. Çünkü tüm ışıklar, gölgeler, hikâyeler bize bir kara filmin içinde olduğumuzu düşündürtüyor. Adeta Fritz Lang yönetiminde, “film noir”nın içine çekiliyoruz. Tarık Tufan’ın yeni kitabı Beni Onlara Verme’nin sayfalarında, tam da bu manzara eşliğinde, her biri birbirinden iyi hikâyeler okuyoruz. Kitap, can yakıcı hatıralar üzerine kurulmuş. Kaybedişin, melankolinin, suçun kol gezdiği sokaklarda iyi ve kötü insanların çarpışması… Ama bu kadar acı her nasıl oluyorsa büyük bir umudu, yani yaşamın kendisini taşıyor.

Güzellik Kraliçelerinden Kabadayılara

Tufan aslında bu öykülerinin bazılarını çeşitli dergilerde yayınlamıştı. Ancak hepsini bir araya getirip araya yenilerini ekleyerek bir bütünlük oluşturmuş. Beni Onlara Verme, Tufan’ın çocukluğu ve ilk gençliği boyunca bulunduğu Haydar Mahallesi’nde yaşanan hikâyeleri barındırıyor. Unkapanı-Balat arasında kurulan bu mahallede güzellik kraliçelerine de kabadayılara da yer var.

Öykülerin “diğerleri”ni anlatmak için yazıldığını söylemek mümkün. Görmediklerimiz, kenarda kalan, birazı kaybetmiş, birazı da bunu tercih etmiş insanlarla dolu bir mahalle burası. Bu kendi hâlindeki mahallenin büyük trajedilerini, ancak bu kadar duru bir dille dinleyebiliriz. İşte tam da bu nedenle satırlar “kara film” gibi yankılanıyor zihnimizde. Caddeler, sokaklar, binalar, insanlar şekle bürünüyor. Her birine biraz ışık düşüyor, gölgeleri belirginleşiyor. Müslüm Gürses’le Fransız romancı Leo Malet arasında nasıl bir bağ varsa, Fritz Lang’le Orson Welles’le Tarık Tufan arasında da öyle bir bağ kuruluyor.

Çakma Prada Satmaktan Gözaltına Alınan Sartre Okuru

“Emniyette nezarethaneye konulacağımı düşünüyordum ama koymadılar. Onun yerine bir odada beklememi istediler.  Oturdum ve duvardaki afişleri okumaya başladım. Antoine Roquentin’ı düşünüyordum ve çakma Prada satmaktan gözaltındaydım.  (…) ‘Bana bir seccade verir misiniz? Namaz kılmam lazım,’ dedim. Hepsi şaşkın şaşkın yüzüme bakmaya başladı. ‘Hem hırsızlık yapıp hem de namaz mı kılıyorsun?’ dedi güzel avukat. ‘Beni çok kırıyorsun ama çok da güzelsin,’ diye karşılık verdim.”

Tufan’ın her anlatısı samimi. Belki de kitapla ilgili en çok dikkatimizi çeken şey bu: Hayatın içinde olması. Buna “acı” da dahil. Cümleler, kelimeler özenle oluşturulmuş bir labirent kuruyor önümüze. Hikâyelerin hepsi birbiriyle bağlantılı. Komser Esat, Rauf, Gavur İlham, Zerrin, Ammo Veysi, Birsen, Fırtına Cemal… Belki komşumuz, belki kahvede rastladığımız veya otobüste yanımıza oturan biri olan karakterle birden fazla hikâyede karşılaşıveriyoruz. Çok bizden ama çok da nevi şahsına münhasır karakterler… Hikâyelerine bir anda şahit oluyor, sırdaş oluyoruz. Heyecanımız bundan.

Hayal Ve Gerçek Birbirinden Ayrılmıyor

“Erecek bir murat, çıkılacak bir kerevet varsa masallardadır, bu dünyada değil. Bizim semtte hiç değil. Berna’nın Doğan’la birlikte daha öteye gitmeye niyeti olmadı. Aralarına mesafe girdi. Sonra olan oldu. Doğan bir akşam vakti Hazzopulo Pasajı’nda çay içerken kızın saçlarında kalbinin olmadığını fark etti. Ölmeye niyetlenmiş kediler gibi uzaklaştı kızın yanından.”

Tufan, uzun seneler kaldığı bu semtin içinde sıkışıp kalmış karakterlerin hikâyelerini bize aktarıyor. Yıllarca evlerin içini, insanları, esnafı gözlemlemiş. Bir nevi içlerini görmüş, çoğu olaya da şahit olmuş. Besbelli birçoğu yakından tanıştığı, tanıdığı insanlar. Ama hikâyeler gerçekle iç-içe geçmiş bir kurguyu barındırıyor. Hangisi gerçek, hangisi hayal ayırmak mümkün değil. Tufan da hikâyeleri yazarken “zihnimdeki gerçeklik duygusu zayıflamaya başladı” diyerek anlatıyor bu durumu. Ama bazı sayfalarda sarsıcı gerçeklikle karşılaşıyoruz. 15 Temmuz Şehidi Erkan Pala’nın hikâyesi gibi. Tufan’ı deyim yerindeyse ölümden kurtaran, bir İnşirah’la ferahlatan adam, ömrünü mahallenin çocuklarına Kur’an-ı Kerim’i sevdirmekle geçirdikten sonra, darbecilere karşı direndiği Saraçhane’de şehit düşmüş: “Erkan Abi İnşirah Suresi’nin son ayetini okuduktan sonra ayağa kalktım ve hiçbir şey söylemeden dışarı çıktım. O gece ne huzursuzluğum bitti ne de mutsuzluk hâlim. Huzursuzluğum bilakis daha da arttı. Bir hakikate çarpmanın şaşkınlığı.”

Hiç Tanımadığımız Bir Dünyayla Sarmaş Dolaş

Kitap boyunca yazarın hayatından bölümler izliyoruz; sanki, günlerce sokakları, caddeleri tek tek gezmiş, parkeleri saymış. Öylesine tanıyor ki anlattığı hikâyeyi, bize de bir o kadar iyi aktarıyor. Sokakların uzunluğunu da, binaların renkleri de gözümüzün önüne geliyor. Hiç tanımadığımız bir dünyayla aniden sarmaş dolaş oluyoruz.

“Trakya peyniri alalım kendimize. Üzerine biraz çörekotu, biraz zeytinyağı koyalım. Kırmızı üzüm ve ceviz de olsun. O aklına geleni unut. Çay neyimize yetmiyor? Sonra ben kaygılarımı anlatayım; en çok kadınlar biliyor içimin dipsiz kuyularını. Biliyorlar ve kimselere söylemiyorlar Allah’tan. Kimseler bilmese de çaresizliğim geçmiyor bir türlü. Kuyular var, derin ve fakat ben Yusuf değilim. Yusuf olmayınca her kuyu derin insan için.”

Evet, hikâyelerin hepsi acı sonlarla bitiyor.  Hatta mutlu sonla bitmeye en yakın hikâye, “Üç Sene” de birden hüzünle karşılaşıyor. Yani “bir kere sevdiğinin yüzüne baksa ölecek aşıklar, güzelliğini bir yara gibi taşıyan kadınlar, gururundan ölenler, gidenler, tam söyleyecekken susanlar”… İçimizde bir sızı bırakıyorlar bırakmasına ama umudu da her nasıl oluyorsa koruyorlar. Hayat yine de devam ediyormuş, “ölenle ölünmüyormuş” diyoruz. “Hayırlısı be abi,” diyerek kalbimizde bir yer edindiriyoruz hepsine. Tüm mahalleyi usulca dinliyoruz Tufan’dan. Kah üzülüyoruz, kah da “olacağı buydu” diyoruz. Sonra soruyoruz kendisine: Sahi neden vurdular Komiser Esat’ı?

“Lan filmde olsa inanmazsın ama gerçek hayatta daha acayip şeyler oluyor?” Kahvede oturan bir abi. 

Arka Kapak dergisi 20. sayı