Röportaj: Gökçe Özder

2019 senesinden bu yana illüstrasyonla profesyonel anlamda ilgilenen Cansu Dinç aslen Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü mezunu. Bir söyleşisinde “sanatın yetenekle ilgisi yoktur cevabına müthiş bir örneğim” diyen Dinç, ilk resim denemesini üniversitenin üçüncü sınıfındayken yapmış. Öyle çocukluktan bu yana resimle ilgilenen, “büyük yetenek” olarak parlayan biri olmamış yani hiç. Biz ise onu en iyi, Sema Aslan’ın Galiba Hışırdıyorum! kitabına yaptığı çizimlerden tanıyoruz. Cansu Dinç ile çizerlik üzerine keyifli bir sohbet yapmak için Kuzguncuk’ta bir araya geldik. 

Çocukluktan beri resme çok ilgisi olan, bulduğu her kâğıda resim yapan, büyük yetenek olarak görülen biri değilsiniz. Bu ilgi sonradan oluştu. Ama belli ki kısa zamanda sizi belli bir noktaya taşıdı. Süreç nasıl gelişti?

Büyük yetenek değil, aksine “yeteneksiz” denilen bir çocuktum. Çok ciddi bir matematik zekâm vardı. Hayatım hep olimpiyatlar, sınavlar, testlerle geçti. Hatta bilgi yarışmalarına hazırlandığım için resim, beden, müzik dersinden muaf tutuluyordum. 

Nihayetinde mimarlık seçtiniz ama?

Aslında Boğaziçi Üniversitesi’nde Matematik Öğretmenliği okumak istiyordum. Fakat çevremdeki insanlar puanım yüksek olduğu için beni mühendisliğe yönlendirmeye çalıştılar. Bense hiçbir şekilde mühendis olmak istemiyordum. Bir fizik öğretmenim bana “Senin fizik defterin, grafiklerin çok iyi. Bence sen mimar ol,” dedi. Demek ki o an mimarlığın temsili hoşuma gitti ve ben son anda tercihlerimi değiştirerek mimarlık yazdım. 

Sonrasındaki süreç nasıl gelişti peki? Çizime çok geç başlamanıza ve çok genç olmanıza rağmen çizgileriniz çok iyi. Bu süreç hızlı ilerlemiş gibi sanki. 

Ben yaptığım şeyi çizimden daha çok tasarım olarak görüyorum ve aslında bir tasarım eğitimi aldım. Bir şeyleri nasıl yan yana getireceğimi, nasıl kompozisyon oluşturacağımı biliyorum. Belki bu hızla ilerlememi sağladı. Lisans üçüncü sınıfta elime kalem aldığım ders, aslında sadece mimari taslak tekniğini geliştirmek üzerine kurgulanmış bir dersti. Hiç aklımda yoktu böyle şeyler. Çok kendiliğinden işledi. Bir hayaldi. Çizer, sanatçı olarak anılacağımı düşünmezdim. Mimarlık ortamı çok acımasız. Benim perspektiflerim çok düzgün olmazdı. İnanılmaz acımasız eleştiriler alırdım çevremden. 

İllüstrasyon mecrası daha özgür bir zihne sahip. Bu benim temsilim, ben böyle çiziyorsam bu böyledir. Eğer bana uygun bir hikâye, proje bulunursa benimle çalışılır. Farklı beklentiler varsa başkasıyla çalışılır. 

Mimarlık yaparken hep başka bir alternatif arayışındaydım. İtalya’da mimarlık ve sanat tarihi kesişiminde bir programdan kabul aldım. Ama bir yandan dil sınavını vermem gerekiyor. Ben bu süreçte işten ayrıldım. O sırada durmadım, başka işler yaptım. Dil sınavına çok odaklanamadım ve veremedim. İtalya’ya da gidemedim. Yine başvurdum yine kabul aldım ama bu bir kısır döngüye girdi. Bir şeyi yapabiliyor olman onu yapmanı gerektirmiyor. Bir noktada ben bu işi yapmayacağım, İtalya’ya da gitmiyorum, dedim. Ne var elimde diye düşününce resimlerim olduğunu anımsadım. Ne kaybederim diyerek resimlerimi satışa çıkardım. İlk önce yakın çevrem destekledi, sonra yavaş yavaş oradan para kazanmaya başlayınca bunu bir iş olarak görmeye ve düzenli üretmeye başladım. 


Galiba Hışırdıyorum!
Sema Aslan
Resimleyen: Cansu Dinç
İletişim Yayınevi

Ben resimlerimi satmaya başladıktan beş ay sonra ilk kişisel sergimi açtım, connected(!)cities. Bundan sonra ben de kendime daha güvendim, insanlar da beni sanatçı olarak kabul etti. Ondan üç beş ay sonra İletişim’den ilk kitap teklifimi aldım. Galiba Hışırdıyorum! Sonra zaten kendime küçük bir atölye açtım. Atölyem de olunca her sabah kalktım ve masanın başına oturdum. Zaten verilen emekle doğru orantılı olarak ilerliyor her şey. 

Hani bilindik bir klişe vardır: Bir formu bozmadan önce o formun doğru halini bilmen gerekir. Anatomi bilgisi olmayan biri anatomi formunun bozulmuş haliyle iş yapabilir mi?

Aslında çok fazla anatomi çalıştım şimdiye dek. Her çalışmamda da bir süre çizmeyi bıraktım. Sanat öyle bir dönemde değil artık. Senin yüzeye bıraktığın her çizgi kıymetli, sen kabul et ya da etme. Çünkü o senden ve o andan bir parça. 

Üç dört sene önce İtalya’ya gitmiştim. Yanıma fotoğraf makinesi değil sadece bir eskiz defteri aldım. Fotoğraf makinem olmadığı için mecburdum çizmeye. Ama o kadar da yetkin değilim henüz. Defter yapraklarını koparıyorum, başında saatler harcıyorum, bir şekilde o anı kafama kazımak istiyorum. Şimdi o defterin bir sayfasını açtığım an ortamın ısısını bile hissedebiliyorum. İmkânsız unutmam. Evet perspektifi bozuk, boyasını bulaştırmışım, kâğıt buruşmuş ama bunların hiçbir önemi yok. O anın hissiyle bıraktığım bir leke sadece. 

Meseleye biraz böyle baktığında çok daha rahat üretmeye başlıyorsun. Tabii ki illüstratörün ve metinle bağlantılı bir leke bırakman gerekiyor yüzeye. Ama bir çocuk resim yaparken ben bunun anatomisini kötü çiziyorum diye düşünmüyor, sadece yapıyor. Bir çocuk böyle resim yaparken biz bir çocuğa kitap resimlediğimizde neden yetişkinlerin zihniyle sevdiği şeyleri resimleyelim ki? Hiç aklım almıyor bunu. Biz yetişkinler sürçete soyut algımızı kaybediyoruz. Bir çocuk zaten onunla doğuyor. Çocuklar bizden çok daha açık bir zihne sahip. Bu yüzden bir çocuk gibi çizmek için anatomiyi öğrenip onu bozmaya çalışırsak yine birtakım kurallara bağlı olacakmışız gibi geliyor. Bu tip bilgiler, bir şeye başlamak, çizim yapmak isteyen insanları engelliyor. 

Herkesin bir gücü var. Bazısı gerçekten anatomiye ve desene çok hâkim, bazısı mekâna çok hâkim, bazısı renklere, bazısı çok iyi sahne kurguluyor… Bir illüstratörün her şeyi çok iyi yapması imkânsız yani. 

İllüstratörlük sizin için yeni bir “sektör”. Mimarlıktan sonra bu sektörde aradığınız şeyi bulabildiniz mi? Bulamadıklarınız üzerinden konuşursak sektörün ne gibi sorunları, çıkmazları olduğunu söyleyebilirsiniz?

Sanat ortamı çok destekleyici. En azından benim için böyle işledi süreç. Herkes bana iş pasladı, atölyelerini açtı, bağlantılarını paylaştı, çalıştıkları yayınevlerine portfolyomu attı. Böyle olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Hele de mimarlıktaki agresif ortamdan çıkıp öyle bir ortama girince daha yüksek motivasyonla ilerledim. 

Ben halen yolun başında görüyorum kendimi. İki üç yıldır emek veriyorum bu sektöre, daha ne ki. Şu anda da buna emek vermekten çok mutluyum. Bir sanatçı olarak anılmaktan, çocuklar için üretiyor olmaktan… Genelde hep bana yaptığım işe saygı duyan, bana alan açmaya çalışan insanlarla çalıştım. 

İllüstratörlerin sektörde el üstünde tutulması belki bir on senelik geçmişe sahip. Öncesinde kitap kapaklarında bile isimleri yazılmıyordu çoğunlukla. Üstüne üstlük telif sözleşmelerinde tek seferlik ödeme alma ve yeni baskıda hak sahibi olamama gibi sorunları halen mevcut sanıyorum ki.

İlk başta çalıştığım yayınevleri telifli çalışıyordu ve bu benim için normal olandı. Sonrasında başka sözleşmeler gelmeye başlayınca ben de şaşırdım. Bir yandan sektörde yenisin ve iş yapmak, üretmek istiyorsun haklı olarak. Ama bu başka, etik bir problem. Benim telifsiz, düşük telifle iş yapmam bütün sektörü etkiliyor. Sonra biraz çevremde araştırmaya başladım ve bunun ciddi bir kısır döngü olduğunu fark ettim. Çünkü burada aslında yazarların da inisiyatif alması gerekiyor. Bazı yazarlar telifi bölüşmek istemiyorlar. Halbuki bu işi biraz kolektif bir iş olarak görmeye çalışmak gerek. Editörüyle, genel yayın yönetmeniyle… Ama her yerde böyle işlemiyor süreç. Yine de benim çok haksızlığa uğradığım sözleşmem yok. 

Bana kapaktaki punto savaşı çok anlamsız geliyor. Yazarın adının az da olsa daha büyük yazılması. Neden ki? Ne farkeder? Bazı yayınevleri yazan-resimleyen olarak bile ayırmıyorlar. Bu iki insanın kolektif üretimi çünkü. Buna takılan yazarları da anlamıyorum açıkçası. 

Kısa ne nispeten uzun süreli, başlangıç seviyesinde illüstrasyon atölyeleri düzenliyorsunuz. Bu atölyelerde temelde neler öğretiyorsunuz, neler hakkında konuşuyorsunuz, bunlara kimler katılabilir? Kısa bir genel bilgi verebilir misiniz?

Derdim insanların zihinlerindeki “ben hiçbir şey çizemem” önyargısını yıkmak. Ben kısa süredir bu sektördeyim ve tam şu anda bu atölyeyi vermek istiyorum. Henüz çok uzaklaşmamışken, ben de aynı debelenmeleri yaşamışken, aynı eleştirilere maruz kalıp aynı şeyi keşfetmeye çalışmışken, bunları unutmadan insanlara aktarmak istiyorum. Derdim katılımcının atölye bittiğinde şu yola girmiş olması: Ben eğer istersem çizer olabilirim. O yüzden hep kendi zihnimde oluşturduğum pratik eskiz, yaratıcılık teknikleri gösteriyorum. Temel geometrik şekillerden nasıl karakter oluştururuz, ifadeler, duruşlar, mekân, perspektif… Sonra diyorum ki hadi perspektifi nasıl bozabiliriz bunu konuşalım. Hangi temellere dayandırarak bunu bozuyoruz, nasıl deforma ediyoruz… Bunu yaparken de sadece kendi referanslarımdan faydalanmıyorum, çocuk kitapları arşivimdeki başka çizerleri inceliyoruz. Benim bir tarzım var ama milyonlarca başka tarz da var. Bir şeye benzemedi dediğimiz çizimler doğru hikâyeyle birleştiğinde çok etkili hale gelebiliyor. 

Elbette katılan herkes buna inanmıyor ama en azından beş tanesi bu yola giriyor. Beş hafta çok yetersiz elbette, bu bir süreç, bir yol, onların yolu. 

Gelenekseli bilmek bazen tabletteki zihni de açıyor. Bu yüzden atölyenin bir haftasını geleneksel çizime ayırıyorum. İllüstratör olmak için tablette çizmek zorundayım algısını yıkmak adına bunu uyguluyorum. 

Sizde sadece görsel sanatlarla beslenmemiş, daha derin bir hayal gücü sezinliyorum. Bir illüstratör hayal gücünü nasıl besler?

İyi sayılabilecek bir okuyucuyum. Çok tutkunu olduğum yazarlar var. Ayin gibi dönüp dönüp baktığım Perec, John Berger, Ursula Le Guin gibi. Onlar zihnim kitlendiğinde okuyup tekrar beni harekete geçiriyorlar. Ya da “bir dakika sen ne yapmak istiyordun” uyarısı yapıyorlar. 

Bir de kent beni çok etkiliyor. Yürümek… Kent içerisinde rastgele dolaşırken o rastlantıyla bir şeyler keşfedebilme ihtimalini seviyorum. Bunun verdiği enerjinin kamusal alanda başka kesişimlere yol açabileceğine inanıyorum. rastgele dolanmak, bir şeye rastlamak köşede bir şey görmek… Bunu Türkiye’de çok kentte göremiyorsun, İstanbul o anlamda çok zengin. bundan çok besleniyorum. Kent çok katmanlı geliyor bana. 

Farklı teknikler kullanmayı seviyorsunuz. Örneğin seramik de dahil oluyor işlerinize veya kolaj yapıyorsunuz. Farklı teknikleri kullanmak hayal gücünü besleyen bir şey mi yoksa yalnızca birer yöntem mi?

Bence kesinlikle hayal gücünü besleyen bir şey. Güzel Sanatlar’da okumayı belki sadece bu yüzden isteyebilirdim. Keşke daha fazla teknik bilsem, sürece hâkim olsam ve desem ki bunda bunu kullanırım, bu projeye bu gider gibi. Yoksa “Önümde bir tablet var, burada fırçalar var, hadi çizeyim,” dediğinde teknik çizim yapmaktan bir farkım kalmıyormuş gibi hissediyorum. Onu bir yaratıcı üretim sürecine döndürmem gerekiyor keyif almak için. Onun için arada tekniğimi değiştirip farklı şeyler denemek beni çok besliyor. 

Sanırım mimarlıkla çocukları birlikte düşünmeyi seviyorsunuz. Bu kesişim kümesinde gerçekleştirmeyi planladığınız projeler var mı?

Bir dönem Herkes İçin Mimarlık’ta aktiftim. Onlarla birlikte çocuk atölyeleri yaptık. Ama aslında benim kendimi hazır hissettiğimde gerçekleştirmek istediğim bir hayalim var. Bir hikâyem var kent ve mekânla, çocukların ölçek algısıyla ilgili. Kendimi hazır hissettiğimde kapanıp yazıp çizmeyi istiyorum.