Meriç Şenyüz

Yuval Noah Harari, tarih anlatısı açısından benim de katıldığım ciddi eleştirilere konu olan popüler bilim kitabı Sapiens’in girişinde önemli bir antropolojik saptamaya dikkat çeker. Harari’nin çeşitli araştırmalarından aktardığına göre 150 bireye kadar olan gruplar, ilkel düzeyde bir iletişimle (gündelik konuşmalar, dedikodu vb.) bir arada işlev görebilirken 150 bireyin üzerindeki toplulukların işlevli olabilmesi için bir “hikâye” gerekiyor. Grup büyüdükçe bu “hikâye” de mitoloji, din, ulus, ideoloji gibi bir “büyük anlatı” oluyor. Bu anlamda; insan, varlığını idame ettirebilmek için ortak bir hikâyeye ihtiyaç duyan varlıktır, diyebiliriz.

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da “Burjuvazi, insan ile insan arasında çıkar ilişkisinden, nakit ödeme bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır.” der. Kapitalizmin özlü ve net ifade edilmiş doğası, bu büyük hikâyeleri parçalasa da geç-kapitalizm; mitolojik, dinsel, ulusal ve ideolojik hikâyelerinden giderek soyunan insanları birbirine bağlayacak yeni hikâyeler uydurma zorunluluğuyla karşı karşıya…

Misal, Terry Eagleton’ın vurguladığı gibi “futbol taraftarlığı” bu türden bir “ortak hikâye” yaratma işlevine sahip. İnsanlık tarihinin gördüğü en kitlesel sanat olan sinema da çağımızın mitolojisi işlevini görebilecek bu türden ortak hikâyeler oluşturmak için ideal bir zemin sunuyor. Beyaz perdenin “büyük anlatıları” arasında mitoloji katına çıkabilme ölçütünü karşılamakta ise hiçbir yapıt “Star Wars” serisinin eline su dökemez sanıyoruz. Dünyanın dört bir köşesinden milyonlarca insanı ortak bir hayali evrenin parçası yapmasıyla “Star Wars” serisi efsaneleşerek sinema tarihinde eşsiz bir yere oturuyor.

Biz de geçen hafta gösterime giren Han Solo: Bir Star Wars Hikayesi (Han Solo: A Star Wars Story) vesilesiyle Star Wars’un nasıl günümüzün mitolojisi haline geldiği üzerine biraz kalem oynatalım dedik. Arka Kapak baskıya girmeden önce filmi görmek mümkün olamayacağı için Han Solo filmi kelimenin gerçek anlamıyla bir bahane olacak.

Önce bahsettiğimiz efsanenin boyutlarını kabaca ortaya koymakta fayda var. Popüler kültür endüstrisini bir nükleer santrale benzetirsek George Lucas’ın uzay operası; sekizi ana seri, ikisi standalone, biri uzun metraj animasyon olmak üzere toplam 11 sinema filmi, 298 roman, 278 bölüm çizgi dizi, onlarca video oyunu, yüzlerce aksiyon figürü, tişörtleri, hediyelik eşyalarıyla bu reaktörün çekirdeğine epeyce yakıt sağlıyor. Serinin toplam gişe hasılatı tam 8.5 milyar dolar. Yalnızca 2016’da Star Wars marka adını kullanan “mal satışlarının” cirosu 32 milyar dolar. ABD’nin II. Körfez Savaşı’na girmesi için Türkiye’ye 1 milyar dolar hibe teklif ettiği hatırlanırsa rakamların büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Daha ileriye giderek kapitalist düzende bir stormtrooper’ın (imparatorluk askeri) serinin herhangi bir filminde salınmasının yarattığı katma değerin bir Mehmetçik’in canından değerli olduğunu da söyleyebiliriz, ama yazıyı siyasetin sığ sularında boğmayalım.

Star Wars’u efsane katına ulaştıransa bu mali tablonun çok ötesine varan bir hayran fanatizmi. Çeşitli ülkelerde bu fanatiklerin kurdukları Jedi Kiliseleri bile var ve İngiltere’de 2001 nüfus sayımında din hanesine “Jedi” yazdırma şakasına 390 bin kişi katılmıştı. Ne var ki furya burada kalmadı. 2011 itibariyle Sırbistan’dan Avustralya’ya dek yayıldı ve dünya üzerinde kendisini Jedi dininden tanımlayanların sayısı neredeyse bir milyona dayanırken, resmi rakamlara göre “Jedi dini” İngiltere’nin dördüncü, Yeni Zelanda’nın ikinci büyük dini haline geldi. Cumbria milletvekili Jamie Reed, Birleşik Krallık Avam Kamarası’ndaki yemin töreninde Jedi dinine inandığını ilan etti. Furya, politik bir şaka olarak Türkiye’ye de sıçradı. İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Mehmet Karaca’nın kampüse caminin yanı sıra talep olursa sinagog da açılabileceğini söylemesinin ardından başlayan tartışmalarda Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencileri kampüslerine Jedi Tapınağı yapılması için change.org’dan 8 binin üzerinde imza topladı.

Bütün bunlar şakaydı elbette ama işin şakasında olmayanlar da var. ABD’deki “Jedi Tapınağı”, dini kurumlara tanınan vergi muafiyetinden yararlanıyor ve tapınağın sözcülerinden Michael “Akkarin” Kitchen, BBC’ye verdiği röportajda, “Biz Star Wars’tan değil, George Lucas’ın Star Wars’u yaratırken faydalandığı kadim ruhsal öğretilerden ilham alıyoruz,” diyerek 21 maksimden oluşan inanç sistemlerini ciddiyetle anlatıyor. Serinin hayranlarının tamamı bu kadar uçmasa da Star Wars fanatiklerinin kendi aralarında neredeyse dinsel denebilecek ortak bir coşkuyu paylaştıkları da bir gerçek. Bu adeta “ilahi” coşku en çok da serinin May the force be with you (Güç seninle olsun) şeklindeki sloganına bir sözcük oyunuyla May the 4th be with you diye atıfta bulunularak her yıl 4 Mayıs’larda kutlanan Star Wars günlerinde ortaya çıkıyor.

Gerçekten de Lucas’ın esin kaynakları arasında ilahi dinlerin hiçbir zaman izlerini tam olarak silemediği Roma ve Yunan pagan inanışlarının yanı sıra Animizm, Budizm ve Şamanizm’in etkileri yoğun olarak hissediliyor. Musevilik ve Hristiyanlığın anlatıları da filme sızıyor. Çeşitli Sufi sitelerinde, serinin İslami yorumlarıyla bile karşılaşmak mümkün. İngilizce transliterasyonuyla “Al-jeddi” kavramıyla Jedi dini, “Palawan” kavramıyla Padawan (Jedi çırağı) vb. arasında benzerlik kuranlar, seriyi 13. yüzyıl İslam bilginlerinden Zekeriya el-Kazvinî’nin yazdıklarıyla özdeşleştirenler, hatta daha radikal sitelerde yer alan “Sonsuz Cihat: Mistik Savaşçının Yolu” gibi makalelerle 21. yüzyıl “cihatçılarına” Jedi gibi olmayı öğütleyenler bile mevcut. Öte yandan İran kökenli ABD’li akademisyen Babak Rahimi’nin “Huffington Post”ta parodisini yaptığı gibi onu İslam’ı düşman gören bir anlatı olarak okuyanlar da var. 1970’ler Hollywood sinemasını inceledikleri Politik Kamera başlıklı çığır açıcı kitaplarında Douglas Kellner ve Michael Ryan da onu “anti-Sovyet bir film” olarak değerlendirmişti. Sonuçta karşımızda devasa bir mitolojik yapı var ve herkes tuttuğu yerden yorumluyor.

Oysa gerçek çok daha yalın, serinin yaratıcısı George Lucas’ın yaptığı, ünlü mitolojist Joseph Campbell’ın 20. yüzyılın en önemli eserleri arasında gösterilen Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda kuramsallaştırdığı kadim hikâye yapısını birebir kullanmaktan ibaret. Campbell, magnum opus’unda Gılgamış’tan günümüze uzanan bir uzamda “hikâye anlatmanın” yapısını incelerken ortak örüntüleri ortaya çıkarmış ve aslında tüm kültürlerin büyük hikâyelerinde anlatılanın “bin bir yüze bürünen” bir ve aynı hikâye olduğunu ortaya koymuştu.

Lucas, büyük hayranı olduğu Campbell’la ilk üçlemenin çekilmesinin ardından bir araya gelerek filmleri “ustasına” izletti. Mitolojik anlatıların duayeni bundan böyle Lucas’ı “en iyi öğrencim” diye niteleyecekti. Bu hikâye yapısının bu kadar etkili olmasının sırrı ise Campbell’ın büyük ölçüde etkilendiği Carl Gustav Jung’un “kolektif bilinç dışı” kavramında yatıyor. Buna göre insanlığın başlangıcından bugüne bütün “büyük hikâye”ler neredeyse ilahi bir buyrukla aynı örüntüyü takip ediyor ve aynı arketipleri tekrar tekrar üretiyor, zira insan soyunun binlerce yıldır kuşaklar boyu süren yaşantıları, bilinç dışı düzeyde varlığını sürdürüyordu. Filmin bestecisi John Williams, Campbell’ın filmle ilgili bir seminerini izledikten sonra, “Campbell bize Star Wars’un ne anlama geldiğini anlatana kadar onu bir cumartesi sabahı uzay filmi sanıyor ve nasıl böyle efsaneleştiğini anlayamıyorduk,” diyecekti. İnsanlar onu bir eğlencelik olarak izledi ama nedenini anlayamadıkları şekilde büyülendiler. Zaten Jung tam da bu yüzden bu süreç için “bilinç dışı” terimini kullanıyor, Campbell bu nedenle miti “kozmosun sonsuz enerjisini insanın kültürel yaratımına akıtan gizli bir yarık” diye tanımlıyordu.

Lucas, ilk filmin başarısının ardından kendisiyle yapılan bir röportajda özellikle iyimserliğe vurgu yapmıştı. Gerçekten de 1970’lerin Amerika’sında yaşanan karmaşa, Nixon’ın çalkantılı durumu, yükselen petrol fiyatları, Vietnam Savaşı ve Soğuk Savaş, dönemin sinemasına da kesif bir umutsuzluk olarak yansıyordu ve insanların bu koşullarda iyimserliğe ihtiyacı vardı. “Star Wars”, bu koşullarda mitolojilerin binlerce yıldır yapmaya çalıştığı şeyi yapmış ve iyiliğin kötülük karşısındaki zaferini aktarmıştı. Elbette bu kültür endüstrisine başarılı bir ticari meta yaratmak için bulunmaz fırsattı. Ancak bu meta, bazıları için somut varlığının ötesinde anlamlara ulaştı. Kimileri için bir kolektife, bir aidiyet olanağına ve hatta bir çeşit dine dönüştü.

Bilimsel devrim, Kopernik’in, Darwin’in, Freud’un art arda gelen darbeleriyle, dünya gezegeninin, homo sapiens türünün ve nihayet bilinçli özgür iradenin biricikliğini yerle bir edip insanın evrenle kurduğu bağı kökünden sarssa da insan canlısı dinsiz yapamıyor. İlahi dinlerde aradığını bulamayanlar new age (yeni nesil) dinlere, teolojiyle duygu bağını tümden koparmış olanlarsa ülküleştirilmiş ideolojilere yöneliyor. En yoğun maddileştirmeye maruz kalmış, zihni teknolojikleştirilmiş, idealizm topraklarından sürgün edilmiş topluluklar bile gidip bir yerlerden Star Wars dini ya da Scientology ediniyor. Zira varoluşun anlamsızlığı gerçeğinin getirdiği ebedi ve ezeli kaygıyla baş etmenin daha iyi bir yolu bulunmuyor. O halde, May the force be with you

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 33.sayısında yayınlanmıştır.