Medeni Yılmaz

“Eleştiri Nedir?” adlı ünlü denemesinde Roland Barthes: “Edebiyat kuramı ne kadar dolambaçlı yollara saparsa sapsın, her romancı, her ozan, dilin dışında ve öncesinde olan nesnelerden ve olaylardan söz eder. Bu nesneler, bu olaylar düşsel de olsalar durum değişmez: Dünya vardır ve yazar konuşur, işte edebiyat!” der. (“Eleştiri Nedir?”, Çeviren: Tahsin Yücel. Türk Dili Eleştiri Özel Sayısı 2. Sayı 234, Mart 1971) Sanırım Ahmet Oktay’ın edebiyat anlayışı üzerine bundan daha iyi bir tanımlama olamazdı. Zira Ahmet Oktay söz konusuysa, orada bir dünya üretkenlik vardır; orada edebiyatın dışında politik unsurlar vardır; aslında orada, kendi deyimiyle “gerçek edebiyat” vardır.

Geçtiğimiz günlerde (3 Mart 2016) kaybettiğimiz edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Ahmet Oktay, her ne kadar öncelikle bir “şair” olarak tanınsa da aynı zamanda edebiyat, sanat ve politika üstüne yazılarıyla da edebiyatımızda ses getirmiş çok yönlü bir fikir adamı ve basın kartı olan bir gazeteciydi. Nitekim her yazara nasip olmayacak bir biçimde, daha sağlığında, İthaki Yayınları onun tüm yapıtlarını bir dizi halinde yayımlamaya başlamıştı bile. İşte bu “Bütün Yapıtlarına Doğru” dizisinin beşinci cildini edebiyat üzerine yazıları oluşturuyor. Kitap dört bölümden oluşuyor: Daha önce çeşitli dergilerde yayımlanmış, fakat ilk kez bir kitapta toplanan yazılarının yer aldığı “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak” başlıklı ilk bölümü, Romanımıza Ne Oldu? (2003), Anlatıların Aynası (2001), Şeytan, Melek, Soytarı (1998) gibi bölümler takip ediyor. Tabi bilindiği üzere, sonraki üç bölüm daha önce yayımlanmış kitaplardan oluşuyor. Dolayısıyla bu oldukça hacimli yapıtta (701 sayfa) dört kitap bir arada bulunuyor diyebiliriz.


Emperyalizm, Roman ve Eleştiri
Ahmet Oktay
İthaki yayınları

Kitabına, “Bütün Yapıtları” için uzunca bir sunuş yazısıyla başlayan Oktay, “özellikle 1980 sonrası entelektüel yaşamın bir eleştirel envanterini” çıkarttığını belirtiyor. İlgili alıntıda da görüleceği üzere Oktay, bu ilk bölümdeki yazılarında Türk romanının depolitize edilmesi üzerine yoğunlaşıyor. Özellikle 1980 Darbesi sonrasında ve Turgut Özal döneminden itibaren romanımızda bir kırılma olduğunu ve dahası “medyatik hedonizm” olarak adlandırdığı bir politik kopuş sürecinin başladığını çeşitli örnekler eşliğinde ifade ediyor. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi pek çok yazarın toplumsal ve siyasal içeriğinden sıyrılmış yapıtlar üretmeye başladığını ve “Türk entelijensiyası” olarak adlandırdığı basın ve medyadaki kimi kişilerin de bu yazarların yapıtlarına alkış tutarak onları popüler kıldığını dile getiren Oktay, diğer yandan Tahsin Yücel ve Leyla Erbil gibi yazarları da yapıtlarındaki yakın tarihin politik unsurları nedeniyle başarılı buluyor.

Sonraki sayfalarda Oktay, hem yayımlanan roman sayısının hem de ilk romanlarını yazan yazarların sayısının artışına da eleştirel yaklaşıyor. Özellikle roman türünün ticari getirisinin de etkisiyle ülkemizde adeta “romancı enflasyonu” yaşandığını belirten Oktay, reklam ve pazarlamanın da etkisiyle Ulysses gibi “demir leblebi” bir kitabın bile çok satanlar listelerinden düşmediğini söylüyor. Nitekim, Tutunamayanlar gibi çok katmanlı, derinlikli ve oldukça uzun olan bir romanın, özel televizyonların ve internetin devreye girdiği 90’lardan itibaren yeniden popüler olması ve hatta hemen her yıl en çok satılanlar listesinde olması da Oktay’ı destekleyici bir örnek olabilir. Ama roman sayısındaki bu niceliksel artışın niteliğe pek yansımadığını, çünkü günümüz romanlarının toplumsal, tinsel ve siyasal sorunları ele almaktan ziyade, okuru eğlendirmeyi hedeflediğini belirten Oktay, bunun nedenini 12 Eylül darbesine bağlıyor: “12 Eylül kitleleri hızla depolitize etti, yazarı da okuru da ürkekleştirdiyse, medya da topluma nemelazımcı bir hedonizmi içselleştirdi.” (s.200)

Kitabın adında yer alan “emperyalizm” kavramına dair de söyleyecekleri var Ahmet Oktay’ın. Ki bence bu bölüm, kitabın en ilgi çekici kimi sayfalarını içerir. Özellikle Sosyalist Blok’un çökmesiyle “dünya jandarmalığına soyunan” Amerika’nın, “küreselleşme” adı verilen bir “düş” görmeye başladığını ve bunu tüm dünyaya empoze etmeyi hedeflediğini yazıyor. Bunun yalnızca siyasi boyutunun olmadığını, kültürel, yazınsal, sanatsal ve düşünsel biçimler aracılığıyla da yaygınlaştırılmaya çalışıldığını belirtiyor. Parodi ve pastiş yoluyla tarih ve siyasetin işlevsizleştirildiğini söyleyen Oktay, emperyalizmin nihai amacının bireyci ideolojiye yönelik yapıtlar üretilmesine olanak sağlamak olduğunu ve ülkemiz yazarlarının da “maalesef” bu ideoloji doğrultusunda yapıtlar kaleme almaya başladıklarını iddia ediyor. Nitekim Amerika’daki tema ve izleklerin olduğu gibi edebiyatımıza taşındığını, özellikle 1980 sonrası postmodernist Türk romanının, bu “küreselleşme” karmaşası nedeniyle kendine özgü toplumsal/siyasal tabanını yitirmeye başladığını söylüyor. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanından hareketle iddiasının altını da dolduruyor. Onun yapıtlarının günümüz siyasal ve toplumsal koşullarını yansıtmaktan uzak olmasına vurgu yaparak, Pamuk’un “eğlendirmek ve haz vermek” yolundaki postmodernist söyleme prim verdiğini dile getiriyor.

Bu hacimli kitabın dördüncü ve son bölümünü, daha önce pek çok yayınevi tarafından ayrıca yayımlanan ve Selim İleri üzerine bir inceleme olan “Şeytan, Melek, Soytarı” adlı kitap oluşturuyor. Bu bölümde, edebiyatımızın önde gelen romancılarından Selim İleri’nin yapıtlarını ve onun ideolojik gelişimini ele alan Oktay, aynı zamanda yakın siyasal tarihimizi de onun yapıtları çerçevesinden yorumluyor. Selim İleri üzerine edebiyatımızdaki en kapsamlı yapıtlardan olan bu kitapta, İleri’nin Ahmet Oktay ile olan çalkantılı dostluklarının izlerini görmek de mümkün.

Özellikle toplumcu gerçekçilik, Marksizm ve Türk romanı üzerine eleştirel denemeleriyle kendi kuşağı ve sonrasına yön vermiş ve şiirleriyle Türk edebiyatında ayrıcalıklı yer edinmiş Ahmet Oktay gibi dev bir ismin yarattığı boşluk, şüphesiz ki pek kolay dolmayacaktır. Haliyle onun tüm yapıtlarının toplu basımının yapılması edebiyatımız açısından önemli bir kazanımdır. 

Arka Kapak dergisi 7. sayı