Barış Tut

Yuvamız dünya gezegenine en baskın tür konumundaki insanın, göreceli olarak çok kısa sayılabilecek bir süreçte, baş döndürücü bir hızla yaptığı sayısız müdahalenin uygarlığımızı getirdiği bir eşikte bulunuyoruz nicedir. “Büyük hızlanma”ya tümden kendini kaptırmış bir uygarlığın üyeleri olarak, ne durumda olduğumuza ve neler yapabileceğimize bakmak için kısacık bir sakinlik molası olarak düşünebiliriz bu yazıyı.

Bilim insanlarının büyük çoğunluğu artık insanın yeni bir jeolojik çağ yaratabilecek bir aktör haline geldiğini öne sürüyor. 1960’lı yıllarda ilkin Sovyet bilim insanlarının insan etkinliklerinin yeryüzünde yapısal değişimlere neden olduğu savını seslendirmesiyle başlayan tartışma, 1980’lerde Amerikalı biyolog Eugene F. Stoermer’ın “antroposen” terimini kullanmasıyla boyut kazandı. 2000 yılında Nobel Ödüllü atmosferik kimyager Paul J. Crutzen’ın öncülüğünde bir dizi bilim insanı, Environmental Science and Technology dergisinde yayımladıkları çalışmayla, insanlığın dünyayı etkisi milyonlarca yıl sürecek değişimlere uğrattığını, bunun da antroposen (İnsan Etkin) olarak nitelenmesi gereken yeni bir jeolojik çağın başlangıcını oluşturduğunu duyurdular.

İnsanların tortul ve kayalarda binlerce yıldır bırakmış oldukları izleri inceleyen bilim insanları bu yeni jeolojik çağın başlangıç tarihini 1950’li yıllara dayandırıyorlar. Bu tarih, nükleer silahların kullanılmasına, alüminyumdan plastiklere “teknolojik malzemelerin” yayılmasına, nüfus ve tüketimin muazzam artış gösterdiği “Büyük Hızlanma” dönemine denk düşüyor. Özellikle nükleer silahların neden olduğu radyoaktivitenin toprak ve kayalardaki izlerinin binlerce yıl silinmeyecek olması, yeni dönemin en kalıcı izleri olarak belirginleşiyor.

Günümüzden çeyrek yüzyıl önce, 1992 yılında, Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda “insan topluluklarının sağlığını ve ekolojik sistemlerin bütünlüğünü tehdit eden büyük bir ekonomik ve çevresel krizin varlığı” insanlığa duyuruldu. Gezegenin, üzerinde yaşayan tüm varlıklarla birlikte, tehdit altında olduğuna ilişkin bu tarihsel saptama üzerine, söz konusu tehdidi tüm boyutlarıyla kavramak adına çalışmalara girişildi.

16 Şubat 2011’de Cenevre’de açıklanan Birleşmiş Milletler Çevre Raporu’nda 21. yüzyılda ortalama hava sıcaklığının 1,4 ila 5,3 santigrat derece arasında artacağı, buzulların erimesiyle denizlerin 8 ila 88 cm arasında yükseleceği ve uzun vadede gezegenin fiziksel yapısında ciddi değişikliklerin ortaya çıkacağı belirtildi. Princeton Üniversitesi çevrebilim profesörlerinden Rob Nixon, durumun vahametinin kapitalist dünya düzeninin muktedirlerince inkâr edilmeye devam edildiğini vurgulayarak, yaşanan süreci “yavaş şiddet” olarak nitelendiriyor. Çılgınca bir hızla etkinlikler sergileyen insan faktörüyle ağır ağır tükenişe yol alan bir gezegen…

İnsan uygarlığı, özellikle de onun endüstriyel ve teknolojik tasarımı insanı doğanın diğer tüm bileşenleriyle ilişkisinde en üst noktaya yerleştiren benmerkezci bir yaklaşıma dayanıyor. Doğa ve insan toplumlarını birbirinden ayıran bu yaklaşım, yeryüzünü yeniden üretilebilir ve tüketilebilir bir nesneye çevirdi ne yazık ki. İçinde yaşadığımız zaman diliminde, gezegenimizi gittikçe yaşanmaz hale getiren ağır ekolojik sorunlar bizleri insanoğlunun diğer türler ve onların ekosistemleriyle bütünlüğüne ve birbirinden ayrılmazlığına saygı duyacak yeni bir dünya görüşü yaratmaya zorluyor. Gezegenimizin kaynaklarını koruyabilmek adına hem eğitim, siyaset ve ekonomi sistemimizde hem ahlak anlayışımızda devrim yaratacak bir değişim kaçınılmaz görünüyor.

Ünlü sosyolog Anthony Giddens, İklim Değişikliği Siyaseti adlı kitabında henüz sistematik bir iklim değişikliği siyasetinin ulusal ve uluslararası ölçekte oluşmadığına dikkat çekiyor. Yaşamsal önemdeki ekolojik sorunlar karşısında, liberal temsili demokrasi sistemi hem gelir-kaynak dağıtımı eşitsizliğini aşmada hem de ekolojik sistemlerin dengesini gözetecek bir ekonomi geliştirmede apaçık biçimde yetersiz kalıyor. Yanı sıra, “kapitalizmin yapısal krizi” de çok yakında yeni bir dünya sisteminin ortaya çıkabileceğini düşündürüyor.

Amerikalı sosyolog ve küresel düzenler uzmanı Immanuel Wallerstein, Kapitalizmin Bir Geleceği Var Mı? adlı ufuk açıcı çalışmasında bir dünya düzeninin hüküm sürdüğü süreçte yalnızca tek krizin yaşanabileceğini, bunun da başka bir sisteme geçişi göstereceğini belirtiyor. Kapitalizmin yirminci yüzyılın son otuz yılında son bulma evresine girdiğini öne süren Wallerstein, 2007-2008 finansal krizinin bir altüst oluşa yol açtığını, sistemin egemen güçleri açısından kontrolün olanaksızlaştığını ve tüm aktörler açısından sistemin yerini neyin alacağına ilişkin büyük bir mücadelenin ortaya çıktığını dile getiriyor. “Büyük bir belirsizlik,” diyor Wallerstein, “tehlikelerle dolu olduğu kadar olanaklar da barındıran bir belirsizlik.” Önümüzde insanoğlunun özgürlük, eşitlik ve demokrasi için yepyeni bir yapılanma arayışı ve yaratıcı çözümleriyle biçimlenecek bir gelecek uzanıyor.

Yeryüzünün birçok köşesinde, sivil toplum kuruluşları, bilimsel kurumlar, araştırmacı ve düşünürler 1990’lı yıllardan bu yana, adalet ve özgürlük kavramlarını yeniden tanımlayarak, üretim-tüketim ilişkilerini yeniden düzenleyerek gezegenimizin kaynaklarını güvence altına alacak yeni bir sosyo-ekonomik sistem üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmış durumdalar: Ekolojik ve dayanışmacı bir demokrasi!

Kuşkusuz, içinde bulunduğumuz ekolojik krizin aşılması, bu krize yol açan eski sistemin yamanması, reforma tabi tutulmasıyla değil, yepyeni bir ekolojik demokrasinin devreye alınmasıyla mümkün olacak. Kurulacak yeni düzenin temelinde dünyanın kaynaklarını doğru, eşitlikçi ve katılımcı bir biçimde kullanmak (çevresel adalet), toplumların bireylerini bu bilince uygun bir pedagojik yaklaşımla yetiştirmek, üretim-tüketim ilişkilerinin yeni sosyo-ekonomik modelle düzenlenmesi yatacak.

Bu bağlamda, Fransa’da Nicolas Hulot Vakfı “ekolojik demokrasi” olarak adlandırılan yeni bir dünya görüşü geliştirmiş durumda. Vakıf, kamuoyuna sunduğu manifestosunda, hiç zaman kaybetmeden, iklimi, biyolojik çeşitliliği, ekosistemlerin işleyişini korumaya odaklı ve yeryüzünün kaynaklarını eşit biçimde paylaşmaya yönelik yeni bir toplum modelini herkesin temel gereksinimlerinin karşılanabilmesi adına hayata geçirmenin elzem olduğunu duyuruyor. Bu toplum modelinin yeni ve uzun soluklu bir plana dayanan ekonomik ve demokratik bir çerçevede kurulması gerektiğinin altını çiziyor Nicolas Hulot ve arkadaşları.

Dominique Bourg ve Kerry Whiteside, 2010 yılında yayımladıkları Ekolojik Demokrasiye Doğru (Vers une démocratie écologique) adlı kitaplarında, bu modeli ayrıntılı biçimde tanımlıyorlar: Devlete üzerinde herkesin eşit hakkı olan dünya kaynaklarının korunması görevini veren bir “biyo-anayasa” oluşturulur, senato benzeri bir temsilciler meclisi koruma ve denetleme çalışmalarını yürütür, eğitimsel düzlemde bilinç yaratmak adına bir “gelecek akademisi” kurulur, çevre sorunları üzerine çalışan sivil toplum kuruluşları da bir uyarı ve öneri getirme işlevi üstlenir.

Küresel ısınma ve iklim değişikliği toplumları çeşitli biçimlerde etkilerken, müzeler günden güne gezegenin geleceği üzerine düşünceler geliştirilen kurumlara dönüştü. İzleyici kitlesi ekolojik kriz üzerine farklı tartışmalara ve net bilgilere ihtiyaç duyuyor ve halen böylesi tartışmaları ve bilgi edinimini sağlamaya yönelik fırsatların yeterince yaygın olduğunu söyleyemiyoruz.

Farklı coğrafyalardan insanları, fikirleri ve öyküleri bir araya getirebilme özelliğiyle müzeler, müzebilimci Robert R. Janes’e göre bu vizyona ve gerekli kaynaklara sahip biricik toplumsal kurumlar. Üstüne üstlük, müzeler izleyici kitlesinin büyük çoğunluğu için son derece güvenilir bilgi kaynağı konumunda. Bu güven de ekolojik sorunlara köklü ve yeni çözümler yaratma bağlamında yeni işbirlikleri ve yeni topluluklar oluşturmak için müzelerin elini güçlendiriyor.

Müzeler de bu sorunlara karşı en doğru tavrı benimseme arayışına girerek, kendi araçlarıyla (sergiler, yayınlar, diğer aktörlerle işbirlikleri) kamuoyunu bilinçlendirmeye başladı. Artık müzeler “bir ekolojik kültür” yayarak ya da buna aracılık ederek yepyeni bir müzeolojik yaklaşıma kanat açmış durumda.

İnsanlık 200.000 yıldır barındığı yuvasını kısacık bir süre içinde neredeyse yaşanmaz hale getirdi. Çıkış yolu, ayrımsız olarak her birimizin değişim için gereken sorumluluğu üstlenip, bunu “kendi dünyası”nda uygulamaya koymasından geçiyor belki de. İnsanın jeolojik bir çağ başlattığı bir ortamda, doğal ve kültürel sistemler birbirlerine bağımlı biçimde hareket eder. İnsan, doğanın diğer tüm unsurlarıyla bir arada, onlara hükmetmekten, ayrım uygulamaktan uzak bir yaşamı kurgulamayı becererek, kendisini kurban olmaktan çıkarıp evrenin saygın bir varlığı haline gelme yolunda bilinçlenerek adımlar atıyor.

Artık gezegenin kaynaklarını, varlığını tüketen değil, dünyadaki yaşamı destekleyen, koruyucu bir aktöre dönüşebilme zamanıdır. Etkin çağa dehşet verici bir giriş yapmış olsak da, yine kendi olumlu edimlerimizle onu göz kamaştırıcı bir zaman dilimine çevirebiliriz.

İnsanlığın belleği, güvenilir bilginin mekânı müzeler, geçirdikleri başkalaşımla bu dönüşüme ciddi anlamda katkı sağlayabilir mi? Ufuktaki doğacıl, eşitlikçi ve dayanışmacı dünya düzeninin en önemli kurumlarından biri haline gelebilir mi? “Ekolojik demokrasi”nin kültürel ve eğitimsel boyutunun yerleştirilip geliştirilmesinde belirleyici, etkin bir rol üstlenebilir mi? 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 27.sayısında yayınlanmıştır.