Selçuk Küpçük

Müzisyen Murat Çelik’in de kurucusu olduğu Düş Sokağı Sakinleri grubunun ilk albümü “Düş Sokağı”nın yayınladığı 1990’lı yıllar aynı zamanda Türk pop müziğinin, 70’lere damgasını vurmuş, 80’lerde hâlâ etkisini sürdüren arabeskin tahtını zorlayıp kendi koridorunu aralamaya çalıştığı zaman dilimine denk gelmektedir. Pop müzik ürünlerinin nitelikli-niteliksiz biçimde belirleyici olmaya başladığı 90’ların belki de ‘en sıra dışı, en ilham verici ve en özgün gruplarından’ şeklinde değerlendirebileceğimiz Düş Sokağı Sakinleri’nin 1993 yılında yayınladığı “Düş Sokağı”, ardından “Yaşadıkça” (1997) ve “Üç” (1999) isimli albümlerinin bugün bile farklı ses arayışındaki dinleyiciler için birer başyapıt konumunu koruduğunu iddia edebiliriz. 90’lar, özellikle pop müzik ürünlerinde hâkim dijital aranje formunun çok yoğun kullanıldığı, bunun birbirine benzeyen yapımlar ortaya çıkardığı, akustik olan yerine bütün seslerin belirli bilgisayar programları ile makineden çalındığı zamanlardır. Solist okumaları hariç hemen her şeyin stüdyo aşamasına gelene kadar dijital yöntemle hazırlandığı bu süreçten geriye doğal olarak nadir ürünler kaldı. Gerçek hayatın yansıması biçiminde ortaya çıkan akustik enstrümanların, çok ihtiyaç gözükmedikçe kullanılmadığı bu dijital aranjelerin tahmin edileceği gibi dinleyicide yabancılaşma duygusunun ortaya çıkmasına yol açtığı ise tartışma götürmez.

Düş Sokağı Sakinleri fabrikasyon üretimlerle dolmaya başlamış bu ortam içerisinde hem müzikal üslupları hem de şarkılarında tema edindikleri meseleler bakımından çabucak ayrışarak gürültü karşısında sessizliği, dijital karşısında akustiği, sentetik coşku karşısında sakinliği imleyen duruşu ile dinleyiciye estetik bir mevzi önerdi. Adeta alternatif bir ada gibi bu büyük sistemin uzağında, başka bir dünyanın mümkünlüğünü işaret eden şarkılar mırıldanıyorlardı da denilebilir. Pop müziğin abartılı dili ve hayatın hakikatine dair bir duyarlılık taşımaması karşısında Düş Sokağı Sakinleri grubu çok daha içli, çok daha derin duygulardan beslenen ve derdini anlatırken hayatın sadeliği gibi sahih bir ses evreninden çağrılmış şarkılar okuyordu.

Bu alternatif olma biçiminin aynı zamanda bir protesto hâli taşıdığını da iddia etmek mümkün. Dolayısı ile Türkiye’de protest müzik adına çözümlemeler yapılırken Düş Sokağı Sakinleri’ne değinmeden geçmek fotoğrafın tamamını görmemizi engeller. Bahsettiğimiz bu protesto biçiminin tabi ki o yıllarda, adına “özgün müzik/protest müzik” denilen türden farklı kapılara açıldığını belirtmek lazım. Bu bir anlamda popun ele aldığı meseleleri (önemli kısmının yaşama, insana, eşyaya yönelik bir “meselesi” olup olmadığı da tartışılabilir) değersizleştirmesi ve özgün müziğin yine önemli bir kısmının tema edindiği her konuyu çabucak politikleştirmesinin dar alanına sıkışmış müziğimize dair yeni bir arayış, sıra dışı bir avazdır. Bu arada ülkemizde mevcut müzikal sistem dışında üretimler ortaya koymak ve naif biçimde kendilerine küçük bir yaşama alanı inşa etmek isteyen sanatçı ve grupların çoğunun yapımcılığını üstlenen Piccatura’nın, Düş Sokağı Sakinleri’nin birinci ve sonuncu albümlerinin yapımcısı olduğunu (hatta Murat Çelik ilk ve ikinci solo albümünü de bu firma etiketi ile sunmuştur) belirtelim. Piccatura başta olmak üzere Türkiye’de verili sistem dışında kalarak başka bir müzikal kronolojiye yönelenlerin beraber yürüyebilecekleri nadir yapım şirketinin bulunduğu ve bunların da zaten çok mütevazı imkânlarla yapılandığı bir vakıa maalesef.

Murat Yılmazyıldırım ile birlikte kurduğu Düş Sokağı Sakinleri’nden ayrıldıktan sonra çalışmalarına yalnız devam edip bu süreç içerisinde “Su Düşleri” (1999), “Seyyah” (2002) ve “Aşkın Elif Hali”(2008) isimli üç solo albüm yayınlayan Murat Çelik için, müzikal anlamda öznesi olduğu metafizik bir seyahate çıkmayı da göze almıştır demek sanırım abartı olmaz. Tasavvuf düşüncesini kavrayabileceğimiz temel metinlerden Kuşeyri Risalesi’nde iki tür seyahat durumundan bahsedilir; biri bedenle diğeri kalp ile. Kalp üzere gerçekleşen sefer için ise “bir sıfattan diğer sıfata yükselme” cümlesi kullanılıp asıl ve zor olanın bu yer değiştirme hali ile gerçekleştiği eklenir. Çelik’in adeta üçleme biçiminde yayınladığı albüm sırasının da bu manada bir bütünsellik taşıdığı görülecek ve müzikal olduğu kadar kalbî yolculuğunun haritasını sunduğu anlaşılacaktır.

Dolayısı ile Murat Çelik için ortaya koyduğu üçlemenin ardından insana ve eşyaya yaklaşımında da bir dönüşümün yaşandığını söyleyebiliriz. Bu dönüşüm seküler paradigmadan koparak tasavvuf merkezli bir yoruma yönelme hâlidir daha çok. Müzik üzerinden gerçekleşen bu yolculuğun evvel hayalinin kurulduğu (“Su Düşleri” ismi bu yüzden tesadüfi değil), ardından hakikati aramak için bir uzun seyahate çıkıldığı (Seyyah) ve nihayetinde bütün bu insan öyküsünü besleyen aşk halinin varabileceği son mertebe, “Bir” olmanın (Elif) tarifi imkânsız huzuruna erişildiği tasavvufi bir fotoğraftan bahsetmek mümkün. Bu yüzden “Aşkın Elif Hali” albümündeki metafizik yoğunluklu eserler diğer çalışmalara göre çok daha ağırlıklıdır. Hatta toplam 4 şarkıdan meydana gelen albümün baştan sona bir tasavvuf anlatası halinde belirdiğini iddia etmek bile mümkün. “Hay Ya Hu” sözleri ile başlayan ilk şarkıdan itibaren saunddaki abartısızlık ve duruluk adeta bu seslenişin müzikal yankısı gibidir.

Çelik’in müzik ile kurduğu ilişki biçiminin belki de en manidar göstergesi “Aşkın Elif Hali” isimli albümünü aynı zamanda kendi internet sitesinden ücretsiz yayınlayarak mevcut sektörün dışına çıkma eylemini ortaya koyabilme cesareti olsa gerek. Hatta bu eylem şeklinin hayli sofistike bir nitelik taşıdığı dahi söylenebilir. İsteyenin internet sitesi üzerinden indirebildiği bir albüm yaparak sistemin bütün işleyişini tersyüz eden bu tavır açıkçası müzik üzerinden kendilerine statüler geliştirmeye alışkın sektörün -daha çok da sanatçıların- dinleyiciler karşısında oluşturdukları yapay korunaklarını adeta yıkıp, işlevsiz hale getiren bir protesto dilidir. Bu amaçla bir söyleşisinde kurduğu “Benim kavgam en başta içinde bulunduğum dünyanın putları. Müzik dünyasında icra eden, üreten ve dinleyen arasındaki ilişki korkunç bir yara alıyor. Çünkü öyle aşırı bir yüceltme var ki puta dönüştürülüyor müzik yapan insan.” cümlelerinin alıştırıldığımızın dışında bir söylem taşıdığı tartışma götürmez.

Popüler kültürün her şeyi metalaştırıp tüketilebilir bir nesne şeklinde tahakküm etmeye başladığı sürece koşut müzik de, bu sürecin önemli bir taşeronu olarak Adorno’nun “kültür endüstrisi” dediği ve kıyasıya eleştirdiği kapitalist düzeneğin bir enstrümanı haline gelmesi ardından geleneksel zamanlardaki üretim biçimleri ve dinleyiciye sunulma halleri tarihsel bir değişim yaşadı. Dolayısı ile artık karşımızda pazarlanma ve piyasa şartlarına göre dönüştürülme riskini her daim barındıran estetik bir pratik var. Kapitalizmin -müzik dâhil- her şey üzerinde kurduğu bu hegemonya karşısında yine de dünyanın farklı coğrafyalarında sistem dışında kalmaya özenle gayret gösteren, hem kendine mahsus üretim ilişkileri meydana getirmeye hem de elde edilen sanatsal yapıtın ilgili dinleyiciye ulaştırılması dikkate alındığında, alternatif çalışmalardan söz etmek mümkün. Gerek başka sanatçılar ve gerekse muhatap kaldığı nitelikli dinleyiciler açısından en ilham verici ürünlerin bu tür çalışmalardan çıktığını da belirtmek lazım.

İşte Murat Çelik profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllardan itibaren sanatın salt bir meta ilişkisine kapatıldığı düzeneğin dışında kalarak kendisi adına adeta kurtarılmış bir alan araladığı gibi, arayış içerisindeki nitelikli dinleyiciye farklı şarkıların, farklı saundların ve her şeyden evvel bu verili üretim şeklinin dışında farklı sunumların yapılabileceğine dair müthiş bir koridor işaret etti. Bu koridorun aynı zamanda dinleyicinin müzikal ufkunu açan, genişleten ve hatta şarkıların sözlerine gömülmüş imgelerle sorular soran, tefekküre çağıran bir süreci kışkırttığını da ekleyebiliriz. Netice itibariyle tefekkür hali insanın kendisine dair arayış macerasının kuşkusuz en anlamlı yerinde durmaktadır. “Seyyah” şarkısında söylediği “Bir garip seyyahım kendime göçerim” sözü bu açıdan bizi Attar’ın Mantıku’t Tayr’ına götürür. “Bir” araya gelip padişahları Simurg’u aramak üzere uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş 30 kuşun nihayetinde ulaştıkları ve gördükleri şeyin kendi suretleri olması gibi o da, özellikle kişisel albümlerindeki müziği ile insanın kaçınılmaz biçimde kendisini arayacağını ve yine bulacağı makamın insanın kendi ayakları dibinde duracağını söylüyor aslında.

Arka Kapak dergisi 28. sayı