Hasanali Yıldırım

Günümüz tıbbının hastalık saymadığı kimi zihin farklılıklarıyla donanmış biri Ece Ayhan. Sanatının birçok ayrıcalıklı yönünü devşirdiği bu farklılıkların zihni üzerindeki etkilerini, bırakın kendisini yakından tanıyıp üç-beş görüşmeden sonra ona katlanmakta zorlanan ahbaplarını, sıradan bir okur bile söyleşilerinden, düzyazılarından ve kendisinin başkalarıyla yaptığı sohbetlerden kolaylıkla süzebilir. İlk bakışta bile belirginleşen bu farklılıklar neler?

Bunların en başında karakteri gelmekte. Onu Cumhuriyet döneminin şiirinde kendisinden öncekilerin tırmanamadıkları yüceliklere ulaştıran da, gündelik hayatta saldırgan, tahammülsüz, acımasız ama acınacak bir duruma sürükleyen, muhataplarının gözünde çekilmezleştiren de aynı karakteri.

Nasıl bir karakterdir bu? Bir kere, biraz da hastalıklılığının etkisiyle farklı çalışan bir beyne koşut işleyen, başka türden bir ruhun eşlik ettiği bir karakter bu. Hem karakterce, hem gündelik yaşantıdaki zevkleri bakımından, üstelik hem de cinsel tercihleri açısından kendisiyle benzerlikler kurabileceğimiz Baudelaire’in ünlü “Albatros” şiirinde anlattığı türden bir farklı yaratılmışlığın doğurduğu, sanki yaratıldığı alanda icrayı sanat eylerken gökyüzünde kartalları kıskandıracak maharetle uçabiliyorken, insanların arasına karıştığında tiksinti uyandıran, yalpalayan, en hafifinden uyumsuzluk hissi veren bir başkalık bu. Sonuçta onu ailesinden, tüm arkadaşlarından, tanıdıklarından, özetle tüm insanlardan uzaklaştıran ve kıyıya vuran bir albatros leşi gibi Acıbadem Huzurevi’ne, oradan da Eceabat’ın Yalova’sına sürükleyen bir karakter…

Ece Ayhan Çağlar mı?

İlk şiirini, Mülkiye’nin ilk yılında Şubat 1954’te yayımlar. Yer yerinden oynamaz ama şiir yayımlamayı sürdürdüğünde, Türk şiirinin kaderini bir köçek gibi oynatır. Türk Dili sonrasında, önce Varlık, ardından da İkinci Yeni’nin cirit alanları YenilikPazar Postasıve Yeditepe’de boy atar. Ara sıra Seçilmiş Hikâyeler’de de şiirlerinin çıktığı olur. İlk şiir kitabını mezun olduğu yıl, 1959’da yayımlar.

Şiirinin bir önceleyeni olmadığı gibi, -sözüm ona taklitçileri bir yana- ardılı da yok. Dahası, Türk şiirinin, (İkinci Yeni’nin mensupları da dahil) en müstakil şairi dense yeri. Ne ki bu müstakillik bir övgü ifadesi de kabul edilebilir, bir eleştiri de sayılabilir. Çünkü Ece Ayhan’ın şiirinin durduğu bu çizgidışılık, zaman zaman bir şiirdışılık havasına da bürünmekte.

Sivillik Denen Menem

Bir şairi öbüründen ayıran genel nitelikler, bulduğu benzetmelerin başkalığı, yarattığı atmosferin farklılığı, oluşturduğu dünyanın ayrıksılığı, okuru taşıdığı ortamın tanınmamışlığıyla belirginleşmekte. Ece Ayhan’ın şiirindeyse tüm bunların yanında kullandığı dilin kendine özgülüğü ve kelime oyununa girmeyen akılalmaz çapraşıklaştırmaları, kelimenin özgün anlamıyla zihinde şıppadanak canlandırıverdiği, bir başka biçimde betimlenmesi muhal gibi duran imgeleri kendini hemen belli etmekte ama bu kendini hemen teslim etmek anlamına gelmemekte. Ece Ayhan şiirini okurken değil de kana karıştırılmasını çetinleştiren de burası. Onca sözünü ettiği orospuların, kulampaların, pezevenklerin bile kendini, onun şiirini okurken anlar gibi hissetmesi, buna karşın, o şiirin içine girebilmek içinse neredeyse bir Ece Ayhanlaşmak zorunda kalınması da buradan.

Bilindik ve bilinmedik coğrafyalara, tanındık ve tanınmadık tarih kişilerine ve olaylarına atıflar… En çok da kişisel tarihine. O yüzden Ece Ayhan şiirini çözümlemek demek, örneğin onun ilk sigarasını tüttürdüğü ara sokağı bilmek, 1953’te nezle olduğunda kullanıp attığı bez mendillerin marka ve sayılarını öğrenebilmek, hiçbir yere not etmediği ve zihnine şöyle bir geliveren çağrışımların izini sürebilmek demek. En azından. Yaşantısından süzülüp gelen tipler, sahneler ve tablolar, kendine özgü algısıyla bambaşkalaştırdığı gözlemler, deforme ediyormuş gibi görünen, hâlbuki uçfarklı bir modda kurulan cümleler, Ece Ayhan şiirinin geçit vermez kalelerinin bildik tuğlaları konumunda.

Kimi şairlerde sanatçı fantezisi düzeyinde kalan ve şairin hayatına yansımayan aykırılık, onun gündelik yaşantısının tuzu-biberi. Hayatıyla sanatını bunca içiçeleştiren ve birinden devşirdiklerini öbürüne böylesine maharetle akıtabilen kaç şairimiz var ki!

‘Logaritmalı Şiir’

Hem papazı İkinci Yeni’nin, hem de ayrık otu.

İkinci Yeni ile ilgili neredeyse her ibare “Bilindiği gibi İkinci Yeni, İstanbul ve Ankara’da yaşayan birbirinden habersiz, farklı dergilerde ve bildirisiz yola çıkan bir harekettir.” diye başlar. Traji-komik. Yoksa değil mi? Bir kere, İkinci Yeni’nin çıban başı olarak adı geçen şairlerin ortak adresi Mülkiye. İkincisi, bu anlayışta ürün veren kişilerin İstanbul ve Ankara’da yaşamaları, bir kentte çıkan bir derginin, öbür kentte kör kuyuya atıldığı anlamına nasıl gelmekte? Üçüncüsü ve en önemlisi, varsayalım bu şairler birbirinden bütünüyle habersiz. Edebiyat alanında ana uğraşları şiir olan ve tümü en az bir Batı dili bilen bu şairler, Cumhuriyet dönemi edebiyatının ağababası ve hepsinde de etkilenmelerinin ortak paydası durumundaki Batı’dan da mı habersizler? Peki ya İkinci Yeni’nin atası durumundaki üstgerçekçilik’in beherine katkıları?

Ece Ayhan, bir ‘Mülkiye hareketi’ saydığı ve ‘logaritmalı şiir’ yaftasını yakıştırdığı İkinci Yeni şiirinden, kendisini şair yerine koymayan Edip Cansever’i de, yıldızı bir barışıp bir bozuştuğu Turgut Uyar’ı da çıkarır son yıllarında. Kimler mi kaldı ‘çeyrek’ veya ‘buçuk’ saymadığı? Burası ilginç: Cemal Süreya ile Sezai Karakoç.

Prozodiye Aykırı Düşmek

Her türlü iktidarın dışında ve karşısında durmak koşuluyla ‘çağdaş bir derviş’ olmayı seçeceğini söylüyor kendisiyle Enver Ercan’ın yaptığı bir söyleşide. Bu şart gerçekleşmediği içinse kendisine yakıştırdığı sıfat: keşiş.

Aynı söyleşide şair, yazdıklarının kendiliğinden prozodiye aykırı düştüğünü, çünkü 40 yıldır yeni bir sözdizimi ile yeni bir dilbilgisinin peşinde koştuğunu vurguluyor. Burası önemli.

Gerçekten de Ece Ayhan’ın şiiri ile (Orhan Veli gibiler dahil.) kendisinden öncekilerin şiirleri arasında, örneğin Beethoven ile Schönberg’in eserleri arasındaki gibi farklılıklar var. anlam ve anlatım farklılıkları. Nereye oturtabiliriz bu farklılıkları? Hiçbir ipucu verilemez mi bu konuda?

Kendisinin zaman zaman söylediği biçimiyle antitonalite ile tonalite arasındaki fark, sanayi öncesi insanı ile sanayi sonrası insanı arasındaki fark kadar. Bir mim de buraya.

Tabii ki açmayı deneyeceğim.

20. yüzyıl müziğinin, öncesiyle arasındaki en büyük farkı, bu yüzyılda ortaya çıkan ve daha öncesinde hiçbir biçimiyle göremeyeceğimiz bir yenilik: tona dayalı dil değişikliği. Daha önceleri, dünyanın her yerindeki insanların bin yıllar boyunca yazageldiği, şu bildiğimiz gam tabanlı nota sistemi yerle yeksan edilir önce. Yıkansa Josef Matthias Hauer adlı, namı artık bugün çoktan unutulmuş Avusturya Yahudisi bir besteci ve müzik kuramcısı.

Asıl tarih, onun yaptığını sürdürenin üzerine kurulmakta çünkü nedense bu Avusturyalı’nın çalışmaları hiç yankı bulmaz müzik çevrelerinde. Belki nasip meselesi. Belki de Hauer yeterince misyoner kişilikli biri değildi. Neyse, onun ardından iz süren ve hiç kaale alınmamış, şu alışılmış ton anlayışını yıkan, Hauer’in tropen adını verdiği kromatik gamı on iki notaya bölen çalışmaların üzerine giden, oradan kotardıklarıyla da yeni bir müzik dili yaratan Arnold Schönberg (Schoenberg diye de yazılmakta) adlı bir hemşehrisi.

Atonal Şiir de Olur muymuş?

Şimdi şuraya dikkat: açıkça görüldüğü gibi aslında on iki notalı yeni dili yaratan Hauer ama dizgeleştiricisi, yaygınlaştırıcısı; hem babası, hem de ebesi Schönberg.

Tahmin etmeyi deneyin, Schönberg bestecilik çalışmalarına nereden başlamış dersiniz? Evet, tonal düzenden. Burayı niye mi vurguluyorum? Çünkü Schönberg tonal düzenle besteleme bilgisine sahip olmasaydı, onun üzerinden giderek atonal dille beste yapamayacağı gibi, geliştirdiği dili eski biçimlere de uygulayamazdı da ondan!

Atonal dil ne işe mi yaradı? Ayırdında olsunlar veya olmasınlar, bin yıllardır dünyanın her yerindeki besteciler, ilkin belirli bir tonalite ve makam seçerler ve bestelerini ton tabanlı armoni anlayışının, önceden belirlenmiş kurallarına, nota ilişkilerine, kısacası ton tabanlı gramere göre dillendirirler. Atonal anlayışla beste yapan müzisyense, duyumsadığını kromatik gamdaki on iki notayı dilediği gibi sıralayarak, kendince geliştirdiği gramere uygun bir biçimde dillendirebilir. Atonalitenin getirdiği özgürlük ve özgünlük çerçevesi…

Peki, atonalite kuralsızlık mı demek? Ne münasebet! Hem de ne kuralları var atonalitenin! Örneğin ana kurala göre, on iki notadan her biri, diğer on bir notaya yer verilmeden kullanılamaz. Ama besteci dilerse on iki notalık diziyi tersten yineleyebilir ya da her bir notanın, bir diğeriyle aralığını ters çevirerek yeni bir dizi kurabilir.

Binyıllardır işlerleşen tonalite ve geçen yüzyılın icadı atonalite… Bence şiirde Ece Ayhan’ın durduğu yeri ölçmek umurundakilerin başlayacağı yer: atonal müzik. Ancak buradan hareket edildiğinde Ece Ayhan şiirinin girdaplarında kaybolunmayabilir görüşündeyim.

Böylesi çetin bir uğraşıya kendini adayacaklara da başka bir minik ipucu: Değil sıkı okura, kalburüstü yaratıcılara bile, başı-sonu belli olmayan, belli bir bağlamdan kopuk, örgü sorunlu gibi gelen Ece Ayhan düzyazılarının yapısı üzerinden şiirine sarkmak şeklinde bir güzergâh. Belki de aynı sanat duyarlılığıyla kendisi de ilham gelmediği için değil, sanki şiiri daha bir anlaşılsın diye, son yıllarda iyiden iyiye düzyazıya yönelmiş, dahası yaptığı söyleşilerde bile muhatabını kendisi gibi konuşturabilmiş, karşısındakini olsun bulunduğu makama yükseltebilmiş; böylelikle şiirinin karanlıklığı için pencereler açmayı seçmiş.

Nereden ve nasıl mı öne sürüyorum bu savı? “Ben şiirden gelmedim, kendimi şairden saymam.” diyen ve ısrarla müzikten geldiğini vurgulayan Ece Ayhan’ın şiirinin anlaşılıp anlatılabilirliğini de, açıklanabilirliğini de süzebileceğimiz sonuç hükmündeki ifadeler, atonalitenin papazı Schönberg’e ait: “Bir besteci, içinden geldiği gibi, candan ve gönülden yazmazsa iyi müzik besteleyemez. Ömrüm boyunca hiçbir zaman bir kurama saplanıp kalmadım. Ruhuma ne dolarsa onu yazarım. Tonal, politonal ya da poliplanal müzik yazdığımda, bunu bilinçli olarak yaptığımı sanmayınız. İçimdeki duyguyu kâğıt üzerine dökerim, o kadar… Hem, başarılı bir sanat eseri, ne tür bestelendiğini sezdirmeyen, hele bir zihin çalışması sonucu olduğu izlenimini vermeyen eserdir.”

Anlayan için sivrisinek sazı.

Bozuk Dil Değil, Dil Bozma

Gündelik yaşantısında muhataplarınca sivri dilli sayılmasını sağlayan keskinliğinin, şiirindeki karşılığı niteliğindeki başkalığı da, üstünkörü edebiyatçılarca ‘dili bozma’ olarak anlaşılabilirdi ancak. Getirdiği dil bakımından, tüm onca birey ve toplum değişikliklerine karşın Cumhuriyet devrimlerinden bile daha devrim Ece Ayhan şiiri. Özellikle “Bakışsız Bir Kedi Kara” ile beliren gramer bozmaları, ardından gelen Ortodoksluklar’la iyiden iyiye oturur. Böylelikle Türk şiirinin en karanlık ve en karamsar düzyazı-şiirleri çıkar ortaya… Bu iki kitabın İngilizce çevirilerinde nelerin yitip gittiğini görmek ayrıca ilgi çekici.

Yazdığı şiirlerin düzeyinden çok, şiiri taşıdığı düzey açısından, geçen yüzyıldan zamanımıza, oradan da geleceğe kalacak birkaç şairden biri olduğuna inandığım Ece Ayhan’ın, 1960’ta Yeditepe Dergisi’nin İkinci Yeni dolayısıyla açtığı uzun soluklu soruşturmaya verdiği karşılıktan bir bölümle, onaylamadığım imlâsına bile dokunmadan bitiriyorsam vardır bir sebebi: “Şiir’in; yöntemler, etki araçları konusunda öteki sanatların görev ve olanaklarından yararlanmasındaki artışları gözönünde tutsak bile, gitgide bir bağımsızlığa yöneleceğinden başka bir şey kestirilemez pek. Okul kaçkınlarının ne yapacağı bilinebilir mi hiç? önceden.” (Sayı 18, 15 Şubat 1960, s. 8).

Yeni, evet. 

Arka Kapak dergisi 20. sayı