Tuğba Güner

LABİRENT (1986): Sarah, klasik bir ergenlik dönemi geçiren, küçük sorunları dahi büyüten bir karakterdir. Arkadaşlarıyla geçireceği vakti kardeşi Toby’e bakmakla harcamak ona hiç tercih edilesi gelmez. Severek okuduğu kitabı Labirent’teki gibi kardeşinin Goblinler tarafından kaçırılmasını hayal eder. Bunu o kadar içten düşünür ki hayali gerçeğe dönüşür ve Toby bir anda yok olur. Durum böyle olunca kardeşini kurtarmak için o da sihirli labirente doğru yol alır. Büyücü kralın şatosunda esir ettiği kardeşini kurtarmak için türlü yaratıklarla mücadele etmek, bilmeceler çözmek zorundadır. Eski bir film olmasına rağmen sanat yönetimi ve kurgudaki ustalığı ile teknolojik yetersizliği hissettirmeyen, efektleri ve görselliği ile yeni yapımlara ders niteliğinde. Titiz bir çalışma ile yaratıcılığın iç içe geçtiği sıcak bir film. Filmde gördüğünüz kuklaların tek tek üretildiğini, Hoggle’lerin içinde cücelerin bulunduğunu, her küçük ayrıntının üzerinde büyük emek harcandığını da belirtelim. Dâhil olduğu her filme enerjisini veren David Bowie’yi eşsiz performansı ve şarkıları ile Goblin Kralı rolünde izliyoruz. Onun etkisiyle film, müzikal bir fantastik yapıma dönüşüyor, soundtrackler kulağımıza kazınıyor. Filmde gördüğümüz küçük kızımız ise daha o zamanlar çok başarılı bir oyuncu olacağının sinyallerini vermiş olan, Jennifer Connelly. Oz Büyücüsü’nü sevdiyseniz bu filmi de sevme ihtimaliniz çok yüksek. Çocuklar Labirent ile hayal güçlerinin sınırlarını zorlayabilirler ve siz bir zamanlar Trt’ de sıkça yayınlanan Labirent’i çocukken izlemediyseniz eğer, geç kalmış sayılmazsınız.

MÜREKKEP (2009): Bu film için tanımlamalarda bulunmak zor ama izleyen herkesin hemfikir olduğu bir şey var ki; fazlasıyla sıra dışı olduğu. Rüya ile kâbusların çatıştığı bir dünyada olan baba ve kız; John ve Emma. John işine çok düşkün, başarılı ama mutsuz ve alkolik biridir. Eşini kaybettikten sonra hayat onun için iyice çekilmez hale gelir. Emma ise babasının dünyasında yer bulmaya çalışan, onun sevgisine aç bir kızdır. İyi ve kötü düşünceler üzerinde gidip gelen, kaderi fantastik bir şekilde betimleyen Mürekkep için şiirsel, fantastik, dramatik ve etkileyici tanımlamalarını rahatça kullanabiliriz. İyiler güzel ve renkli kıyafetlerle sergilenirken, karabasanlar simsiyah ve kâbuslarımızda yer bulacak ürkütücülükte karşımıza çıkıyor. Donnie DarkoKelebek Etkisi ve Dark City gibi filmlerden izler gördüğümüz Mürekkep’te bilim kurgu ögeleri de baskın. Hollywood’un en saçma senaryolara bile ne kadar bütçe verdiğini düşünürsek, düşük bütçesiyle adını pek duyuramamış bu filmin ve böylesi sıra dışı bir senaryonun hak ettiği değeri göremediği aşikâr. Ego, sevgi, para, kader, din, korku… Yaşadığımız dünyada öncelik verdiğimiz değerleri sorgulatacak yapımda işlenen o kadar çok konu var ki. Bazı replikler ise felsefî metin niteliğinde. Filme başladığınızda sizi hemen içine çekmeyebilir ama biraz bekleyin ve devam edin. Büyüklere masal kıvamında olan yapımın müzik, kurgu ve senaryosunun tadına vardıkça hiç bitmesin, devamı çekilsin isteyeceksiniz.

THE FALL (2006): Bu filmi az bilinenler listesine almak istemezdik zira The Fall izleyenler için özel bir yerde duran, özellikle fantastik severler tarafından hâlâ keşfedilmemiş olması kayıp olarak nitelendirilebilecek bir yapım. Bu duruma gişede umduğunu bulamaması, reklam yapamadığı için popüler olamaması ve ülkemizde vizyona bile girmemiş olması da birer sebep. Film çekimi sırasında sakatlanan ve yataktan çıkamayan Roy ile küçük bir kız olan Alexandria’nın hastanede yaşadıkları olağandışı sevgiyi izliyoruz. Adam ve kız hastanede geçirdikleri zaman boyunca kendi aralarında intikam peşindeki beş kahramanla ilgili bir masal uydururlar. Bu masalda birbirinden farklı karakterler vardır. Maskeli bir kabadayı, Afrikalı bir köle, Hintli bir mistik, İtalyan bir anarşist ve bir doğa bilimci. Roy, Alexandria’ya masalı öyle gerçekçi anlatır ki kendisi de şimdiki zamanla masal dünyasını ayırt etmekte zorlanır. Görselliği, renkleri ve sanat kullanımı ile filmin izleyiciyi içine çekmemesi, hikâyeye dâhil etmemesi mümkün değil. Çekimlerinin 18 ülke, 26 farklı gerçek mekânda (aralarında Ayasofya da var) gerçekleştirildiği The Fall filminde hiç özel efekt kullanılmadı. Yönetmenin titizliği sonucu çekim ve post-prodüksiyon aşaması tam dört yıl sürdü. İzlerken o büyülü dünyaya çoktan girmiş olduğunuzu fark edecek ve akıllarınızdan kolay silinmeyecek bir yapımı arşivinize eklemiş olacaksınız.

WILLOW (1988): Eski bir film olmasına rağmen efektleri görünce “Vay be!” diyebilirsiniz çünkü zamanının teknolojisine göre görselliği ile şaşırtıcı bir yapım. Yaşayan en büyük yönetmenlerden olan, Star Wars ve Indiana Jones gibi serilerin yaratıcısı George Lucas bu filmin hem yapımcı hem senarist koltuğunda. Filmi yönetmen Ron Howard’a emanet ettiğinde hâlâ bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyor ve 1.07 boyundaki İngiliz aktör Warwick Davis ile tanışmasıyla taşlar yerine oturuyor; Willow’daki ana karakter bulunmuş oluyor. Filmde Nelwynler yani “buçukluklar” var. Bu buçukluklardan biri olan çiftçi Willow’un kutsal bir bebeği kötü kalpli kraliçeden kurtarmasının serüvenini izliyoruz. Kâhinlerden biri kraliçeye yeni doğmuş bir kız çocuğunun kendi krallığını yıkacağını söyleyince kraliçe bütün yeni doğan kız bebeklerini öldürür ve geriye bir tek Willow tarafından kurtarılan bebek kalır. Filmin konusu biraz Lord Of The Rings, biraz da bizim eski hikâyelerimizi çağrıştırıyor. Val Kilmer’ı uzun saçlı ve genç haliyle görmek, George Lucas’ın imzasının olduğu ilginç bir film izlemek ve efekt konusunda bazı ilklerin yaşandığı sahneler için bile bu yapım izlemeye değer. Eğlenceli ama bir o kadar da sürükleyici olan Willow’un üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ keşfedilmeyi bekliyor.

SUCKER PUNCH (2011): Müzik klibi havasında, gerilimli ve bol aksiyonlu bu filmde zaman ve mekân birbirine karışıyor. Annesinin ölümüyle akıl hastanesine kapatılan Babydoll buradan kaçmak ve özgürleşmek için ölümü bile göze alır. Kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla birlikte baskıcı yönetime karşı mücadele ederken hayatta kalabilmek adına neler feda etmesi gerektiğiyle yüzleşir. Ejderhalar, dev samuraylar, robot ninjalar, Naziler gibi farklı ögelerinin olduğu filmin her karesi fantastik çizgilerle bezenmiş. 300, Watchmen gibi önemli işlere imza atmış ve kendi türünün alanında bir numaralı isim olan Zach Snyder’ın yazıp yönettiği filmin senaryosunun çok katmanlı ve kafa karıştırıcı olduğunu da hatırlatalım. Seyir zevkinin yanında, görselliği ile ön planda olan bu filmin müziklerinden bir kaçına da playlistinizde sürekli yer vermek isteyebilirsiniz.

KAYIP ÇOCUKLAR ŞEHRİ (1995): Krank, rüya göremediği için erken yaşlanmaktadır. Çocukların rüyalarını çalarak bu durumdan kurtulmak ister. Ama kaçırdığı ve makinelere bağladığı her çocuk ondan korktuğu için güzel rüyalar değil, kâbuslar görür. Bu yüzden Krank hiçbir zaman rüya kavramının aslında ne kadar güzel bir şey olduğunu bilemez. Ta ki çok cesur küçük bir kızı kaçırana kadar… Dekorlar, kostümler, görsel efektler ve karakterler ile macera dolu bir hikâye. Bilim kurguyu da hissedebileceğiniz bu filmin senaryosu sınırsız hayal gücünün ürünü adeta. Film Amelie ile adını sık duyduğumuz, farklı yapımlara imza atan Jean-Pierre Jeunet’in imzasını taşıyor. Birbirinden ilginç karakterleri göreceğimiz film fantastikseverler ve ilginç hikâyeler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım. Sıra dışı, zaman zaman huzursuz edici bu filmin benzerini görebileceğinizi sanmıyoruz.

Arka Kapak dergisi 22. sayı