Murat Başekim, fantastik edebiyatın genç ve iddialı yeni yazarlarından biri. İletişim Yayınlarından çıkan DG ve Hayal Et Hikâyeleri kitaplarına bu ay çıkan Demir Dövme Öyküleri eklendi. Korku hikâyeleri, çizgi romanlar, popüler klişeler, epik anlatılar gibi fantastik yazının içerdiği her türlü ayrıntıyı iyi bildiğini gösteren Başekim, bir önceki öykü kitabında üç öyküsünü anlattığı Demir’in yeni serüvenlerinden oluşan bir çalışma yapmış. Orta Anadolulu, eğitimsiz ve pek çok bakımdan bir maganda’yı andıran Demir’in karşısında her öyküde alelacayip yaratıklar, dehşetengiz varlıklar çıkıyor. Demir, onlara döverken eksile eksile bir başka maceraya sürükleniyor. Başekim’le Demir’in karakterini, erkeklik hallerini, fantastik türleri ve edebiyatı konuştuk.

Söyleşi: İrfan Buğra

Fantastik türlerden söz ederken mesele bazen kaçış edebiyatına bazen gerçekçiliğe gelir. Nedir bu gerçekçilik sizce?
Boyumdan büyük laflarla, dönülmez ahkamların ufkunda olmak istemem… Ama fikrimi söyleyeyim: Gerçekçilik, haklı dürtülerle belirerek, sahte romantizme karşı tepki olarak doğmuş iyi bir akım idi; ama bugünlerde bazen bu işlevini kaybedebiliyor. Artık gerçekçilik, her tür edebi şovenizmde, her tür yüksek-edebiyat elitizminde, bir cephenin kendileriyle hemfikir olmayan karşı-cephenin kafasına vura vura onu hizaya getirmek için kullandığı bir sopa halini aldı. Yegâne, mutlak nitelik kriteri oldu. Haklılığı kendinden menkul bazı safsatalar yarattı: örneğin ‘eğer gerçekçi konularda yazıyorsanız daima edebisinizdir, ama düşler, mitler, efsaneler, olağanüstü unsurların semtinden bile geçseniz mutlaka sabun köpüğüsünüzdür’; veya mesela ‘sade ve duru yazarsanız edebisinizdir, ama girift ve barok cümleler daima kötüdür’. Bunu yadırgıyorum. Daima gerçekçilik borazanını öttüren o meşhur edebi ciddiyette, realizm fikr-i sabitinde bazen ‘imparatorun yeni elbiseleri’ sendromu gözlemliyorum. Sanki bir edebilik aurası çeklist’i var da, bu duraklara uğrayıp bu kuponları toplarsanız has edebiyat seti kazanıyorsunuz. Sadece X konusunun edebi olması ve Y konusunun eften püften ilan edilmesinde bir görgüsüzlük var oysa. Otoritesi tartışılmaz, tabulaşmış eski edebi üstat-babalara, realist-atalara, kanon-kardinallerine, yargılayıcı edebiyat hayaletlerine bir yaranma çabası var sanki.

Gerçekçilik doğru kullanılınca dünyanın en asil teşebbüsü. Tüm samimi motivasyonları da bir yere kadar haklı ve yerinde. Yaşanmış acıları anlatıp paylaşarak dışa dökmek, haksızlıklara isyan, zalim muktedirlere hiciv, sosyal kötülüklere eleştiri… Tüm bunlar sağlıklı realizm ile gelen sağlıklı ve çok doğru refleksler. Kaygılar betimleniyor. Ama her zaman reel bir şekilde zuhur etmeyen başka reel kaygılar da var: fantastik türlerin çekirdeğinde bulunan tüm o karanlık yerler, canavarlar aslında elbette ki Ölüm’ün simgesel izdüşümleri, kisveleridir. Ve Ölüm’den de daha gerçek, daha reel bir konu yok hayatta. En realist tema Ölüm. Karanlık ormanın ortasındaki canavar işte odur.

Başka bir deyişle bu meşhur ‘gerçekçilik’ eğer şu yer-altı, köprü-altı vb. edebiyatlardakinden ise, ben onlara pek güvenmiyorum ve onları pek sevmiyorum. Ben ‘altı’ edebiyatları değil, ‘üstü’ edebiyatları seviyorum: doğaüstü, gerçeküstü, olağanüstü… Ama altı üstü hepsi edebiyat işte.

Dille oynuyorsunuz, tire (-) kullanarak sözcükleri birleştiriyor, bazen büyük harfle vurgular yapıyorsunuz. Yazım ve imla kurallarını tahrif etmek, büyük edebiyatla, okulda öğretilenlerle, pedagojiyle didişmenin bir aracı olabilir mi?
‘Portmanto Kelimeler’ denen icatları seviyorum. Bana kelimelerle simya yapmak gibi geliyor. Birleştirmek, bölmek, eritmek, katalize etmek. Çekiştirip, sündürmek… Dr. Frankenstein gibi ölü dokuları yüksek voltaj ile yıldırımlayarak, cansız cümleleri elektrikleyerek hayata döndürmeyi, sonra da yumruklarımı göğe kaldırıp ‘Yaşıyor! Yaşıyor!’ demeyi falan seviyorum. Ama tabi bazen bunlar garabetleşebiliyor, canavar cümleler kontrolden çıkıp bana karşı isyan ederek kaçıyor; uzak kutuplarda saklanıp, ıssız soğuk düzlüklerde gözden kayboluyor. Ben de elimde meşale ile yakıp yok etmek üzere onları arıyorum, peşlerine düşüyorum kontrolden çıkmasınlar diye.

Erkeklik-hadımlık vurguları sebebiyle argonun ve deyim yanlış olmasın kaba mizahın kenarlarında geziniyorsunuz ama o ince çizgide ironik bir tutumla başarıyla ilerliyorsunuz. Nedir Demir’in mizahının kaynağı? Bir magandayı fantastik edebiyatın içine katmak mı?
Demir’i 1999’da yarattım. Ayrı bir çağdı, ama en baştan beri bir ‘Zonta Parodisi’ ve Cihangir Mizahı peşinde olmadığımı biliyordum. Benim gözümde Demir Abi’nin katmanları var: en uzaktan bakınca evet, o 1980’lerin sonunda kültürümüze meteor gibi düşen karikatürize maganda stereotipi var. Ama bir miktar tanıdıktan sonra, Demir’in daha insani renklere büründüğünü fark ediyor ve o tipik mizah dergisi figürlerinden olmadığını-umuyorum ki- görebiliyor okuyucu. Demir’in içinde hem saftirik, hem safkan bir Anadolu şövalyesi de var; eğitimsizliğinden kaynaklanan o içine düştüğü ironiler var; bizim insanımıza özgü yadırgamaları var. Özellikle de karşılaştığı amansız, tuhaf ve ürkütücü hasımlar ve koşullar karşısında, bize yakın bir tepki verince, ya da bize özgü kurnazlıklarla zaferler kazanınca ister istemez kafadar, hoşsohbet, muzip, gözü pek, sıkı kavga eden, insancıl, babacan bir can-ağabey haline geliyor. En azından benim yapmaya çalıştığım bu idi.

Demir’i giderek bir karamsar bir karakter yaptınız. Hikâyelerin aksiyon bölümlerinde eksikliğini kapatan, kendini yeniden tam’layan biri olduğunda o karamsarlığı atıyor. Aksiyon-kavga, bir erkeklik gösterisine dönüşüyor sanki.
1999’da bir epik yazmak istememle başladı. Ama epiklerden, serüven hikâyelerinden fena bir bayat koku yayılıyordu. Sebebini düşündüm. Şu sonuca vardım: destanların, serüvenlerin günümüzde bizi cezp ve ikna edememesinin sebebi, olağanüstü patikaları, öykü-iklimleri, canavarları falan değil; o dekorlar, aksesuarlar, atmosferler biraz tozlanmışsa da gayet sağlıklı bir şekilde sahne arkasındaki ardiye dolabında duruyor ve doğru kullanılacakları anı bekliyor. Serüven öykülerinin, epik anlatıların modern okuyucunun gözünde inanılırlığını yitirme sebebi aslında bizzat kahramanları. Üstün über-erkek kahramanlar sıkıcılaştı. Tek misyonları bu kahramanların erkekliğini kuru kuru yüceltmek olan hikâyeler, mütemadiyen amansız ve kof bir erkeklik methiyesi ile bombardıman ediyor okuyucuyu. Her destanın kahramanı, daha kahvaltı etmeden yedi güzel kız kurtarıyor ve bu kızlar da bu yüce erkeğin cazibe ve kudret yörüngesine hemencecik kapılıveriyor. Her serüven öyküsü, kahramanının ne kadar da erkek gibi erkek olduğunun alegorik basitlikte yavan bir piyesinden ibaret sadece. Buna gıcık oldum. Kudretli erkek kahraman, kılıcını göğe kaldırmışken ayaklarının dibinde kulu kölesi olmuş güzel kızlar gösteren resimler yüzünden o hikâyelerin güzelim sihri, atmosferi mahvoldu çünkü.

Ben ise bu sihri, bu atmosferi, heyecanı, o serüven ruhunu geri getirmeye çalışıyordum, ama bunun için, tabiri caizse, o anlatıların merkezindeki o aşmış erkek kahramanları ‘baltalama’lıydım… (Bunu da kelimenin tam manasıyla yapmış oldum Demir karakterinde.) Ancak bu sayede, ancak o aşmış erkek kahramanları sabote ederek, temel erkek kahraman anlatısını yapıbozumuna uğratarak, hayalimdeki korkunç ve heyecanlı ve sihirli serüven öykülerine geri kavuşabilecektim.

1999’da hedeflediğim, epik serüvenleri tekrar tazelemek, anlamlandırmak için bulduğum yöntem bu oldu: “Bu kez kahraman, erkeklik methiyesi ihtişamı ile sunulamasın. Erkekliği ile övünemesin. Hatta erkeklik meselesini tamamen ondan alalım; fazlası değil, eksiği olsun. Macera anlatısı, kahramanımızın ne de erkek bir herif olduğunu sergilemeye yarayan yüzeysel bir mazeretten, kof bir formaliteden ibaret olmasın,’ dedim. Böyle bir perspektif değişikliği, beklenmedik yan-faydalar getirdi aniden: epik kahramanlığın, bağrını yumruklayarak nara atan gorillikte değil, karakterin mayasında olduğunu sergilememi, ispatlamamı mümkün kıldı.

Türkçe edebiyatta belirli bir kahramanın hikâyelerini bir kitapta toplamak pek başvurulan bir yöntem değil. Daha çok dergilerde bu tür devamlılıklar görürdük, sonra onlar kitaplaşırdı. Oysa siz önce DG sonra Demir’le bunu deniyorsunuz. Demir hikâyelerine devam edecek misiniz?
Bu kitabın harcının % 35’inde, 15 yıldır kafamda birikip damıttığım, olgunlaşıp hazırlanmış bazı fikirleri de kullandım. Bu fikirleri defalarca kafamda evirip, çevirip yonttum; kendimce rafine etmeye çalıştım. Yeni fikirlerimle birleştirip lehimledim. Oturmuşluk ve Demir aromasına uygunluk lisansını nice kalite testinden sonra verdim ve ancak ondan sonra yazdım. Dolayısıyla eğer yazmaya layık bir devam patikası doğal bir şekilde peydahlanırsa, yani iyi fikirler bulabilirsem, Demir’i o yoldan ilerletmeye gayret edebilirim. Ama yoksa zorlamam. Periyodik neşriyat lüksüm yok; seriyal hikâyelerin o tatlı kurnaz sürükleyicilik suistimallerine girmek istemem. 1999’da belki en fazla bir saliseliğine hayalini kurmaya cüret edebildiğim bir biçimde bir antolojiye kavuştu yarattığım karakter. Bunun için Levent Cantek’e, İletişim Yayınları’na minnettarım… Hatta hikâyelerdeki şenlik havasını biraz da onlara borcuyum: Çünkü kitabını görme şansına erişebilmiş, daha mutlu bir yazar heveslisi var bu kez hikâyelerin arkasında. Demir’in hikâyeleri, okuyanlar tarafından benimsendi, belli bir miktar beğeni topladı; eğer ben yine o samimiyeti ve serüveni sunabileceksem ve bu yönde temennilere rastlayacak kadar şanslı olursam Demir Abi’yi geri getirmeyi bir denerim. Ama onu en son bıraktığımız noktada kalması da ihtimal dâhilinde.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Demir Dövme Öyküleri – Murat Başekim
İletişim Yayınları