Günümüzün en büyük sorunlarından birisi acıların yarıştırılması galiba… Herkes kendi acısını gündeme getirirken diğer acıları, başkalarına ait olanları unutturmak için var gücüyle çalışıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Yahudilere yönelik katliamı Yahudi kamuoyunun yoğun çabaları ile herkesçe biliniyorken aynı dönemde yaşanan bir başka acıdan ise çoğu kimse haberdar bile olamamış.

Porrajmos’tan bahsediyorum; 1930’lu yılların ortasında başlayıp on yıllarca süren Roman (Çingene) soykırımından. Bu tarihten itibaren Almanya, Avusturya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde insan olarak kabul edilmedikleri için Romanlar toplama kamplarına alındı, ilaç üretimlerinde kobay olarak kullanıldı, sürüldü ve gaz odalarında zehirlendi. Tüm bunlar sonucunda, sadece 1945’e kadar 500 bin ila 1,5 milyon arasında Romanın hayatını kaybettiği belirtiliyor.

Yakup’un Renkleri
Lindsay Hawdon
Çev.: Sibel Kuşca
Timaş Yayınları

Yahudi katliamı ile ilgili sayısız roman ve film varken aynı dönemlerde yaşanmış bir katliam olan Porrajmos ile ilgili bilimsel çalışmaların sayısı bile sınırlı durumda… Günümüzde dahi Romanlara yönelik çileler bitmiş değil. Türkiye’de de önemli bir sayıya sahip Romanlar büyük haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlar. Nihayet bugünlerde bir Roman açılımından söz ediliyor fakat Romanların hikayesi neredeyse hiç anlatılmamış…

Lindsay Hawdon, yazdığı romanıyla bugüne kadar anlatılmamış bu hikayeyi anlatmayı deniyor. Sibel Kuşca çevirisiyle Timaş Yayınları etiketiyle yayımlanan Yakup’un Renkleri romanında Roman bir çocuğun hikayesi var. Hikayesi değil de koşusu denmeli belki de. Kaçtığı ilk köyde kendisine verilen, dizlerine kadar inen koyun derisi kabanı ve ayaklarına ayakkabı niyetiyle sardığı keten parçalarıyla bir umutla koşuyor Yakup isimli çocuk… Geceleri ağaç altında uyuyor, yaprak ve bitki kökleri yiyor ve bitlenmiş bir halde Avusturya ormanlarında savaştan kaçıp aydınlığa, renklere kavuşmak için koşuyor.

Bir çocuğun, yaşamak için sürekli koşmak ve kaçmak zorunda olan bir çocuğun dünyasına odaklanan roman boyunca Yakup koşarken, flashback yöntemiyle annesi Lor ve babası Yavy’nin hikayesini okuyoruz. Lor, hali vakti yerinde bir İngiliz kızıyken Yavy, Çingene olan ailesinden alınıp İsveç’teki bir yetimhanede büyüyen birisi. Çift sonraki dönemlerde Avusturya’ya yerleşiyor.

Romanda üç ana konu var. Yakup sürekli bir kaçış halindedir. Yakup kaçarken okuyucular babası Yavy’nin çocukluğunda bir yolculuğa çıkar. Bu arada bir de annesi Lor’un İngiltere’de zengince bir ailede başlayıp Avusturya’da bir akıl hastanesinde devam eden trajik hayatına şahit oluyoruz.

Kitapta umuda ve güzelliğe götüren masalsı bir anlatım var, Türkçe çeviriye de önemli ölçüde yansıyan şiirsel dili de unutmamak gerekiyor.

Geriye gidiş yöntemiyle biraz dağınık gibi duran bir anlatımı olsa da eserin sonunda parçalar birleşiyor fakat Yakup’un koşusu sürüyor. Yakup küçük ahşap kutusunu göğsüne bastırıp elinde lacivert taşıyla Avusturya ormanlarında koşmaya devam ediyor.

Arka Kapak dergisi 5. sayı