Onur Caymaz

Gizli şair, dünya romancısı: Orhan Kemal’dir. Beni uykumdan ilk uyandıran. Avare Yıllar’daydı yanılmıyorsam. Zenginliğin, fakirliğin ne olduğunu, gencecikken, en çok onun kelimeleriyle tanıdım. Beyrut sokakları, Sait Faik’in Semaver hikâyesindeki kadar erken vakitlerde işe giden insanlarla aynı yollara koyulmak; aynı solgun sarının içinden geçmek… İnsanların arasında olmayı onunla tanıdım; ne olursan ol, insanların içinde onlardan biri olarak kalabilmedeki derviş güzelliğini.

Avare Yıllar: Baba Abdülkadir Kemali’nin siyasi konumu nedeniyle aldığı ceza, Beyrut’a sürülüşü, sonra eşini ve çocuklarını da yanına aldırışıyla Mehmet Raşit’in (romancının asıl adı) gurbet günleri başlar. Ortadoğu’nun bir kıyısında, bambaşka şehirde karşısına bir Yeni İstanbul Lokantası çıkacaktır, bulaşık teknesinin başında, saçları taralı ve Eleni’yi düşünmekte artık: “Bütün matbaanın gençleri bu kızın çevresinde pervane gibi dönerlerdi. Bense, üstüm başım, bilhassa ayakkabılarım çok kötü olduğu için uzaklarda durur, sokulamazdım. Benimle alay eder korkusuyla hep kaçardım.” Sonunda ilk yakınlık; Eleni, genç delikanlıyı önce Türkçe konuşarak şaşırtır, sonra da… “Sonra buluşmalar başladı, deniz kıyılarına iniyorduk. Ve bir gün, ona ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. Sen ne utanıyorsun, zenginlerimiz utansın; aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. İşte bende ilk sosyal uyanış böyle başladı.

Orhan Kemal futboldur az buçuk da. Zaten bu ülkeyi bunca tanıyıp yazarken futboldan bahsetmemek mümkün müdür? Futbolsa aynı avarelik: “İşte o yıllar… Yığınla futbol hastasından biri de bendim. Ağustos güneşinin kasıp kavurduğu sıcak altında oynanan futbol… Mahalle futbol kulübümüz… Lâf aramızda, iyi penaltı atardım. İyi bir santrafordum ha… Bir, iki kol her maç sağlamdı. Sonra Giritlinin Kahvesi… Okula filan bir tekme yallah dediğimiz yıllar…” İyi penaltı atan romancı, 1957’yi 1958’e bağlayan gecede çıkar karşımıza. İlhan Selçuk, günlük bir spor gazetesi çıkarmaktadır: Türkiye Spor. Yazar da bu gazetenin düzeltilerini yaparak geçinmektedir o sıra. Edebiyatımızın iyi ve büyük kalbi.

İspinozlar adı altında oyunlaştırılan Devlet Kuşu, Orhan Kemal’in en sevdiği romanlarından biridir. Adı geçen romandaki çoğu olay ve yaşantı, Kemal’in yakın arkadaşı Muzaffer Buyrukçu’nun hayatından alınmıştır. Anlatılanlar Arnavut Prensi lakabıyla bilinen Buyrukçu’nun anası babası, kız kardeşleri (romandaki Ayten ile Nurten), küçük kardeşidir (Erol). Yine kahramanlar Çingene, Taşkasaplı, Sülo da Buyrukçu’nun eski arkadaşlarıdır.

Diyalogların ustası. Orhan Kemal konuşturur. Onun yazarlığının en büyük özelliğidir karakter yaratıp konuşturma ustalığı; hem de ne ustalık: Özelliklerine, bozukluklarına, hayatlarına sadık kalarak. Her sınıftan herkesi üstelik: Yan yana iki mahalle kadınını bir pencere önüne çıkarır da bir hikâyeyi, üç beş roman sayfasını doldurur. Sanırsınız ki yanlarındadır. Olup biteni izler, görürsünüz. Gücünü buradan alır. Çünkü insansız edebiyat az edebiyattır, doyurmaz.

Yazarın aydınlık gerçekçi roman adını verdiği yazım anlayışı en çok Bir Filiz Vardı’da belirir. Orhan Kemal’in günümüze ulaşmış her eserinde parlayan tutkudur bu. Sadece yazma aşkı belki, belki içindekiyle başa çıkamamak, kendiyle savaşında yenilen orduları insanın, her neyse ve her kimse: “Dünya şimdi bambaşka. Birdenbire Bedri Rahmi turuncusu, mavisi, moru, sarısı, pembesi uçuşmağa başladı içimde. Sait Faik hikâyelerindeki İstanbul. Ben ki, daha çok işçi ve köylüler Türkiye’sini kendime konu olarak almışım. Galiba bu renkler cümbüşüyle uğraşan hikâyeci, romancı, ressam, şair, müzisyen dost ya da yabancılar anadan doğma âşık. … Ben dünyanın bunca güzel olduğunu kırklardan sonra mı seçecektim?”

[highlight ]Bir sanatçının, evine gündeliğe, çamaşıra gelen bir kadın varmış; kadının da okumaya meraklı bir kızı. Adam, kadına yazarın Çamaşırcının Kızı adlı kitabını vermiş. Kitap ertesi gün geri getiriliyor. Kız annesine şöyle demiştir: “İyi de ben bunların hepsini biliyorum…” Bir yazar için ne büyük övgü! Nobel gerekli mi? Tolstoy’un Nobel’i mi var?[/highlight]

Öyle benimsediğim, neredeyse tanışım biridir ki Orhan Kemal, okuduğum her kitabında, her kelimesinde, Fikret Otyam’a yazdığı şu mektuptaki ince kaygısını duyarım. 20 Eylül 1965: “Bıktım usandım artık. Beş parasız, üstelik gırtlağıma kadar borçluyum yine. İçine s……mışım böyle….. da….. böyle…… de, romancılığın da, politikasının da. Bu öfke devam ederse yarın İstanbul Valiliği’ne müracaat edip, artık neresi olursa yurtdışına çıkma izni isteyeceğim. ……. vermezlerse …….”

Kemal Tahir’in, romancının ölümünün ardından yazdıkları nasıl da gerçektir: “Güneyliydi Orhan Kemal, bereketli toprakların adamıydı. Yazıcılıkta gösterdiği yetenekle, diyelim bereketli güney topraklarının ürünlerine aracılık etseydi, büyük işletmelerinde ayak komisyonculuğu arasaydı çok değil 5-10 yıl içinde hem milyoner olurdu hem de güneyin örnek hemşerilerinden sayılırdı. 
İşte Orhan Kemallerimizin ardından yaktığımız ağıtların, geçim yoksulluğu, iniltilerin kaynağı budur.
Aslında Orhan Kemallerin çok zengin kişilikleriyle bu yoksulluk hikâyelerinin, gururla söylüyorum hiç, ama hiç mi hiç ilişiği, uzak – yakın ilintisi olamaz. (Burada bilir bilmez yakındığımız sömürünün bile yeri yoktur.)
Gerçek yoksulluk, aydınlarımızın kendi zenginliklerine karşı şartlanmış olmalarından ileri geliyor. Gerçekler çırılçıplak ortaya döküldüğü halde, bu şartlanmayı parçalamak için hiçbir gayret göstermediğimizden, hâlâ kolaya kaçmak çabalamasında olduğumuzdan hepimiz suçluyuz!”

Dağlarca’dır… İnsanın soyadı, nasıl olur da dil adına benzer, böyledir. Aksaray’da Kitap Kitabevi’nin orada, şairdir, çiçektir sapına kadar: “Gökler bugün de uzaklarda, / Kuşların uçtuğunu arz ederim. / En büyük sessizlikler arkasından, / Kalbimin vurduğunu arz ederim.”

Havaya Çizilen Dünya, ilk kitabı. Hikâyesini yetmişlerde yayımlanmış Güvercin dergisinde şöyle anlatır: “Kitabı, daha Harbiye sıralarında hazırladım. Subay çıktığım 30 Ağustos 1935 tarihinde de yayımlandı. Adı Havaya Çizilen Dünya olan kitaptan, bugün elimde sadece iki nüsha kalmıştır. Ortaokulun son sınıfında babam beni Kuleli’ye yazdırmak, subay yapmak istedi. Bir öğle yemeğinde bu konu açıldı. Liseyi, üniversiteyi okumak istemiyordum. Eğitimimi yurtdışında sürdürmekti amacım. Peçetemi efendice masaya koydum. Duvarda üst üste konmuş Kur’an’lar vardı; en üsttekini, bir tırnak büyüklüğünde olanı, annemin sınav günleri için cebimize koyduğu küçük Kur’an’ı sandalye üstüne çıkarak aldım. Öptüm üç kez. ‘Ben subay olmayacağım,’ dedim. Oturdum yerime. Yemeğime başladım. Babam, o düzenli aile yaşamımızda karşılaştığı bu tek başkaldırıyı şaşkınlıkla izledi. Kalktı ayağa, gitti, Kur’an’ların en alttaki, en büyüğünü aldı. Öptü üç kez. ‘Ben seni subay yapacağım,’ dedi saygın sesiyle…

30 Ağustos 1935 tarihinde, subay çıktığı gün, Zafer Bayramı’nda yayımlanır bu kitap. Kendi parasıyla. Bir bayram günü. Kitaptan dize: “O kadar siliktir ki bir bayram günü şiir…” Harbiye’nin 11. sınıfında kaybetmiştir babasını, nasıl silik olmasın… Babaya sevgi dolu sesleniş, isyanın kırık anısı.

Bir gün, askerî okulda yüzbaşı, herkes kendine soyadı bulsun; yoksa nüfus müdürlüğü sizin için bir tane uyduracak, der. Şair de oturup Dağlarca’yı bulur. Şöyle anlatır o günü: “İstedim ki bir defa bu özgür olsun, dağlar gibi; ikicisi, yıkılmaz olsun, kalıcı olsun. Ondan sonra memleket savunmasında işi olsun dağlar gibi. Türkiye’de işi olsun.”

Dağlarca biraz da Çocuk ve Allah’tır. Şiirinin temelini oluşturan bu kitabı Erzurum’daki görevi sırasında yazmış; üç yıl sonra İstanbul’a döndüğünde, ilkinde olduğu gibi yine kendi parasıyla bastırmıştır: “Çocuklar korkunç Allah’ım / Elleri, yüzleri, saçları / Uyurlar bütün gece / Yok sana ihtiyaçları.”

Şöyle dizeleri var: “Yazarken / Değdirir gibiyim / Yüzümü / Senin yüzüne.” 1950’de evlenir. On beş yıl sonra boşanır. Bu tarihten kırk beş yıl sonra kendisiyle yapılan bir röportajda, bekârlık zor oldu aslında, nereden bilebilirdim bu kadar uzun yaşayacağımı, der.

Önünde ceket iliklenir. Şiir onun için bir yaşam biçimi, biçilmiş kaftandır. 10 Ocak 1988’de Cumhuriyet Dergi’de Refik Durbaş gün nedir, diye sorar şaire. Yanıt: “Kiminin günü 24 saattir, kiminin günü birçok 24 saat. Gün, hepimiz için eşit olsa kimse kendileyin olmazdı. İnsanlar kendi akşamlarından kendi akşamlarına günlerini tamamlar.” Durbaş bu kez de şiirin günü nedir o zaman diye sorar. Yanıt, hemen: “Yazı yazmak, yazı derken şiir dediğimi biliyorsun, kişinin özel vaktidir. Ben bu özel zamanımın hep içindeyim.” Eli yüzü, üstü başı hep şiirdedir.

Şeyhi de, müridi de, çırağı da hiç olmadı… Tek başına bir dünya olarak yaşadı Dağlarca, hepsi kendisiydi. Bütün evrenin orta yerinde, bir türkü gibi yandı. Yine onun dizeleri: “Hiçbir dua yerine getiremez / Benim kâinatlardan uzaklığımı / Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar / Çılgınca seviyorum sıcaklığımı…” En çok da yaşamayı sevdi: “İnsan dallarla, bulutlarla bir / Aynı maviliklerden geçmiştir / İnsan nasıl ölebilir / Yaşamak bu kadar güzelken?”

Yetmişlerin ortasında doğanlar, Dağlarca’yı biraz da soğuk kış günlerinin okul müsamerelerinden, bayrak törenlerinden anımsar. Titreşen ayaz, koridorların kokusu, üzerlerinde Y A N G I N harfleri yazılı kovalar, tertemiz merdivenler. Siyah önlüklerimiz, bembeyaz yakalarımız ve kürsüdeki öğrenci. “Yediyordu Elif kağnısını,” diye başlayan şiir, diğerlerinden daha başka tınlardı içimde. Dağlarca’nın şiiridir. Öldüğü gün, Türkiye’nin çoğu yazar-çizeri Frankfurt Kitap Fuarı’ndaydı. Ben de dahil. Bir şaka yapmışçasına, herkes uzaktayken öldü. Frankfurt Yazarlar Evi’nde genç Türk edebiyatı konulu panelde, en genç şairimizi dün kaybettik, onun hatırasına saygı, diyerek başlamıştım konuşmama.

Basılı ilk yazısı bir hikâye. 1927’de Yeni Adana gazetesinin açtığı yarışmayı kazanınca yayımlanır. İlk şiirin adı da Yavaşlayan Ömür. Bir gönderme gibi geleceğe: Yavaş yavaş yaşlanmıştır Dağlarca.

Son röportajlarının birinde, yaşlanmayı anlatırken, kimi hatırlasan ölmüştür, diyor; iyi yanları sonra: Herkesi affediyorsun. Mutluydu yaşlanmaktan: Gözlerim gücünü yitirdi, bu yüzden mutlu oldum; düşünerek görmek sevmeye benziyor, çok yaşamak içtenlikmiş…

Ekim 2008’de öldü Dağlarca, üç isimli son büyük şairimizdi.

Veli’dir… Veli’nin oğluyum der şiirinde. Uçak kiralayıp Bizans eskisi bu şehrin tepesine şiir yazılı kâğıtlar atmak, rakı şişesinde balık olmak isteyen; biraz patlak gözlü, çok zayıf, deli adam. İçindeki diğer şairin adı Mehmet Ali Sel, çevirmense Adil Han (Adilhan’da askerlik yaptığından). Babası Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda klarnet çalan Veli Kanık’tır o. Buğulu sesler dolmuştur çocukluğuna: “1 yaşında kurbağadan korktum / 2 yaşında gurbete çıktım / 7 yaşında mektebe başladım / 9 yaşında okumaya / 10 yaşında yazmaya merak sardım…” Sonra da yazmıştır hep. Güzel kadınları, işçi kadınları, bir de güzel işçi kadınları sever.

On beş sene önce yayımlanan ilk şiir kitabımda “hep Orhan Veli sanmıştım Müşfik Kenter’i” demiştim. Murathan Mungan tarafından derlenip Müşfik Kenter tarafından ruh üflenen Bir Garip Orhan Veli adlı tek kişilik oyunu, öğrencilik yıllarımda öyle çok dinlemiştim ki şiirler eski teybimin cızırtılı hoparlöründen akarken hep Orhan Veli ile tek taraflı konuştuğumu düşünmüştüm… Hele okul dönüşü, aç açına, dünyadan kaçarak eve sığındığım ikindilerde Müşfik Beydir artık Veli: “Ne başımda bulut gezdiririm,
/ Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet
/ Ne İngiliz kralı kadar
mütevazıyım
/ Ne de Celâl Bayar’ın
sabık ahır uşağı gibi aristokrat. / 
Ispanağı çok severim,
puf böreğine hele
biterim” Herkesin sevdiği kimi yiyecekleri sevmezmiş: Domatesi, zeytini, soğanı… Sütten kaçar, sütlü tatlılarla iyi geçinirmiş. Tütünden nefret etse de kısa zamanda tiryakisi olmuş, koyu çay, şekersiz kahve, şarap bir de.

Az ve bilinir sözlerle kurmuştur şiirini. Tehlikeli, hem de zor iş! Yavanlığın kıyısında da kalınabilir, zamanın derin kuyusunda da. 9 Şubat 1947 tarihinde Anadolu dergisi şaire sorar: “Bazı kimseler, bilhassa sizin bazı şiirlerinize karşı, bunun böylesinin elli tanesini bir günde yazarım, gibi sözler sarf ediyor. Şiirlerinizin bu gibi kimseleri aldatan hususiyeti nedir? Cevaplar: Ben pek o kadar kolay yazamıyorum. Senede üç dört şiirden fazla çıkmıyor. Bir oturuşta bunlar gibi elli tane yazacak olanlara da mani olamam. Buyursunlar, yazsınlar.” Pek kimse de buyurup bunca güzelini yazamamıştır zaten…

“İstanbul’un orta yeri sinema / Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama…” Bir hayatı harcamadan, kolay kolay yazılacak dizeler mi bunlar?

Yine de Cemil Meriç, pek sevmemiştir Veli’nin şiirini, Jurnal’inde şöyle yazar: “…Orhan Veli de öyle. Onun da sevilen şiirleri alışılanlar ve Hüseyin Rahmi nesrinden bir arpa boyu ileri gitmeyen en güdük zekâlıların kolayca içine girebildikleri. Orhan’da da yeni yok. Yenilik küçüklüğünde şiirin. ‘Bir elinde cımbız, bir elinde ayna. Umurunda mı dünya’. Herhangi bir hizmetçi kızın idrakine seslenen bir nükte. Orhan’ın nesli şiirin kanatlarını kesti. Toprakta sürünen sevimli bir hayvan haline getirdi. Sevimli ama gülünç ve zavallı. Kartaldan çok bir kümes hayvanına benziyor bu şiir. Yumurtası olmayan, garip bir kümes hayvanı. Orhan nesli yeni fetihlere koşmadı. Göz boyacılığını, jonglörlüğü, ucuzu erişilmeyene tercih etti. Fikret’in, Hâmid’in hatta Haşim’in kanat çırpışları yok onlarda. Ya kolej talebesinin küçük şikayetleri, ya gazete fıkrası. Hangi Batı, hangi yenilik? Bir cüceler edebiyatı. Bir mikro edebiyat.

Edebiyatta artık klasik olmuş yazarın yazara sevgisizliği mi, kişisel kin mi; yoksa Meriç’in gözünün sönen ferinde tütüp duran edebiyat, sanat aşkı mı? Veli’nin şiiri bir yenilik miydi; bu bambaşka bir yazı konusu, burada ele alınamaz. Onun şiiri için şimdilik, en azından zamana yenilmemiştir diyelim, aynı Meriç’in metinleri gibi. İyi, samimi, öfkeli, hayattan olan; orada, yakında bir yerde duruyor demek ki!

Dergi çıkarabilmek için paltosunu satan şairdir Orhan Veli. Özgürlükten, bağımsızlıktan yana koymuştur hep tavrını. Şairin bağımlı olanından nefret edermiş. Abidin Dino’nun hediye ettiği orijinal resimleri bile dergi uğruna elden çıkarmıştır; sırf bağımlı olmamak adına… Emir almayan şair. Gerçek sivil!

Dünyanın en iyi tarif edildiği şiiri o yazmıştır kanımca: “Deli eder insanı bu dünya / Bu gece, bu yıldızlar, bu koku / Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.”

Halil Vedad Fıratlı’nın öğrencisidir, yani hayatında önemli yer tutan Nahit Hanım’ın ilk eşinin. Bu efsane kadınla bir sonbahar günü Boğaziçi vapurunda tanışırlar. Parasızlık en büyük derdidir; 36 yaşında öldüğünde cebinden 28 kuruş çıkar. Nahit Hanıma yazdığı mektuba bakın: “Vaziyetim berbat. Mesela bu mektubu postayla gönderemeyeceğim herhalde. Bugün Dora’yı arayacağım. O yarın sabah Ankara’ya gidiyor, onunla göndermeye çalışacağım. Vaziyetimin kötülüğüne bir misal daha vereyim: Burada fena halde yağmurlar başladı. Tam bir kış havası. Buna rağmen benim değil pardösüm, ceketim bile yok. Yağmur altında dün gömlekle dolaştım. Üşüdüğümden çok, utanıyorum…” Üşüdüğümden çok, utanıyorum. Cümlenin yalnızlığına, oradaki virgüle, bu ülkenin gerçek sanatçılarının yoksulluğuna yanmamak mümkün değil.

Tabutu, Beyazıt Camisi’nde kılınan cenaze namazından sonra götürülürken Cağaloğlu’na gelindiğinde yokuş boyunca sıralanmış kitapçılar bir bir kepenk kapatır; aynı caddede Dağlarca’nın Kitap Kitabevi de kapalıdır o gün. O sırada bir asker çarşı iznindedir. Cenazeyi ve kalabalığı görünce dayanamaz, sorar birine: Merhum ne iş yapardı ağabey? Şairdi derler; heyecanını dizginleyemez; selama durur.

Edip Cansever’den dinlemeli: “Yaşını çoktan aştım Orhan Veli’nin / Ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak / Onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü / yağdı yağacak / ‘ölünce kirlerimizden temizlenir / ölünce biz de iyi adam oluruz…’ / sade ve ince / dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.”

Mezar taşında, şiirden kovduğu kafiye durur: “Orhan Veli – 14 Kasım 1950” Oktay Rifat, bu mezar için şöyle yazar sonraları: “Rumelihisarı’nda Orhan’ın mezarı / Ne gittim ne gördüm, gitmek de istemem / Taze ekmek bir parça beyaz peynir / Şimdi olsa şuracıkta rakı içer…” Öyle ya, koca bir yaz geçirmiştir, yorgundur şimdi…

Rifat’tir tabii, genelde yanlış söylenir, Rıfat değil, i ile… Ressamdır aynı zamanda, bir yandan da oyun yazarı, az bilinir. İkinci Yeni’nin ardından “tıkandığı” söylenen Türk şiirinin damarlarını açmıştır, der onun için Enis Batur. Orhan Veli’nin ortaokuldan beri en iyi arkadaşı. Bir gün Çankaya’dan aşağı doğru yürümektedirler. Veli’nin oğlu, arkadaşına bakar, bir gün çok ünlü bir şair olacağım Oktay, der. Oktay da çok ünlü olacaktır sonra. Köşe başındaki leylak kokusu.

“İnsanları itmemizin nedenini kimse bilmez / Yakar ruhları parmaklarımızı, atarız / Tütün basarız boşalan yerlerine / Cam bir çocuk bırakırız gözlerinde” demiş ama kimseyi itmemiştir şiirinde.

Nâzım Hikmet’in yeğenidir; o cezaevindeyken Melih ve Orhan ile, en sevdikleriyle birlikte açlık grevine durmuştur Rifat. Türkçenin en yakışıklısı: “Güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geliyor içimden” diye yazmıştır. Şiirin beş duyuya hitap ettiğini söyler: “Uyu, denize benze…”

1914’te Trabzon’un bir köyünde doğmuş; kardeşleri çay toplayıp para kazanırken o şair olmaya karar vermiştir. İstanbul ve Ankara’da ortaokul tahsilini tamamlayıp Paris’e gitmiş, orada siyasal bilgiler fakültesinde okumuştur. Sonra Ankara; Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü. Son demlerinde İstanbul’dadır: TCDD avukatlığı. Bir şair ve trenler.

Şiirlerini en çok sevdiğim Garip şairidir Rifat. Dizelerinden kitap adı olmuş, o kitaplar başka dile çevrilmiştir, şairse Türkçede kalmıştır ışıyarak: “Başkaları gitmiş olur, gidince / Bir sen yakınsın, uzakta kalınca…”

Rifat’in şiiri merak uyandıran bir şiirdir: “Sonra yağmurlar başladı, gitti cambazlar / Silindi çadırların yazısı ovadan / Portakal rengi oğlan, mavi memeli kız / N’oldu onlara! Nasıl da böyle bittiler!” Biliyorum şair muhayyilesi ama ille de merak etmişimdir ovadaki çadırı, portakal rengi oğlan kimdi, mavi memeli kız kim? Bir kabare mi, sirk mi? Reşat Nuri Güntekin’in bir romanında Anadolu’ya uzanan tiyatro grubu mudur, kim bilir?

Rifat şairdir en önce, ne demiştir Haziran 1959’da, Yeditepe dergisinde: “Şiir olmasaydı, yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı.”

Macerası vardır şiirinin. Garip ile başladığı şiir serüveni Perçemli Sokak’tan sonra başka bir mecraya geçer. Cansever ne demişti: “Anlayan olsaydı, anlatırdık gözyaşını da” Tam da odur şairimizin yaptığı… Anlayan için anlatır. Hani sanatın sanat için mi, toplum için mi olduğunu soran klasik soru var ya, çok uzağındadır böylesi klişelerin; sanat anlayan içindir sadece. Yaşama sevincidir Rifat’in dizeleri: “Bekle ki soğanlar salatalar yağsın / Nisan yağmuru yeşersin” Güneşli odanın, çamurlu sokağın kıymetini öğretir insana.

Bulsam ne iyi; evdeydi, kim bilir nerede. Şairin Yedi Dağın Ardı adlı, kendi sesinden okuduğu şiirler vardır. Müzikleri de Ezginin Günlüğü yapmıştır ki hazine… Bir de Tomris Uyar’ın, günlüklerinde anlattığı nefis bir Oktay Rifat; arasam bulabilir miyim?

Tüm edebiyat marifetlerinin yanı sıra iyice demlenmiş, usta bir romancıdır Oktay Rifat. Bay Lear beni dünyasına pek çekmemişti ama farklıydı; Danaburnu sürükleyicidir, gelgelelim Bir Kadının Penceresi’nden inanılmazdır. Sözde aydın geçinen bir kocayla eşinin ilişkilerinin tükenişi, şiir gibi anlatılır.

2014, bu dört ustanın, ayrı ayrı tarihlerde doğumlarının yüzüncü yılı. Fakat henüz ana akım medya, kültür sanat camiası birkaç dergi dışında fark etmiş değil. Bir asırdır bizimle bu adamlar. Edebiyat namına kötü şiirler, kötü romanlar okumaktan, kendimizi bunlara layık görmekten iyi edebiyatı unuttuk, iyi edebiyat da dışladı bizi; alınmıştır belki, neden olmasın. Her şeye rağmen bir avuç edebiyat sevdalısı, onlarla dopdolu geçmiş yüz yılın gücüyle aşka da, şiire de âşık kalarak yaşayıp gidiyoruz. Nice yüzler olsun dileğiyle bitirelim!