Röportaj: Yunus Emre Tozal, Murat Acar

İskender Pala, Od kitabında Yunus Emre portresini üç bölüme ayırmış: Birinci bölümde Yunus, dünyevi bir kişiyken ikinci bölümde Taptuk Emre’nin kapısına gelen, dünyevi taraflarından sıyrılan bir Yunus haline geliyor, üçüncü bölümde ise mürşid bir Yunus’a dönüşüyor. Pala, bu romanla Yunus bilgimizi de sorguluyor ve içimize merak tohumu atarak Yunus hakkında bilmemiz gerekenler olduğunu bize hatırlatıyor. Kendisiyle Yunus Emre’yi konuştuk.

Öncelikle, Yunus Emre denince akla ilk “Yaratılanı severiz / Yaratandan ötürü” sözü geliyor. Siz Yunus Emre’yi nasıl tanımlarsınız?

Bu iki dizenin başında söylediği şekilde tanımlarım. Der ki “Elif okuduk ötürü / Pazar Eyledik götürü / Yaradılanı severiz / Yaradandan ötürü” Elif harfini ötürü okuduğunuzda “O” demiş olursunuz. O, dervişin “Hu”sudur. O, Allah’tır. Elifi ötürü okuduktan sonra ömür denilen pazarın tamamını götürü usulüyle verebilirsiniz. O’ndan gayrı ne var ki? Yalnızca elifi ötürü okuyabilen insanlar yaratılanı, Yaradan’dan ötürü sevebilir. Bizim Yunus, elifi ötürü okuyan bir hakikat adamıdır. Gıpta ona…

Od kitabınızda bize bir Yunus portresi sunuyorsunuz. “Hepimizin evinde ezgi ya da şiir olarak bir Yunus vardır. O bize çok yakın olduğu için ona sadece Yunus deriz. Hz. Yunus demeyiz. Hâlbuki bir mürşittir, şeyhtir. O yüzden onun insan ve bize sıcak gelen tarafını gösterdim, dervişliği sonra yükledim.” Yunus’un derviş yönü bize ne anlatır, ne öğütler?

Yunus’un şiirleri imbikten geçirilse, mısraları tek tek süzülse, kelimeleri ardı ardına damıtılsa, sonuçta ortaya çıkan derviş, aslında “insaniyet”in ta kendisi olur. Yunus’un dervişliği insana Allah tarafından verilen erdemler düzeninin tıkır tıkır işleyen şeklidir. Sevme, yardımlaşma, gözetme, kollama, gülümseme, tevazu, hakkaniyet, doğruluk, dürüstlük, ölümü hatırlama, hastaya varma, yoksula el uzatma, itaat, vb. “insaniyet” kelimesinin içini dolduran erdemlerin yeniden hatırlanması gibidir. Yunus’un şiirlerini okurken insan kendine döner, içine yönelir, gözlerini yıkar ve yeniden görür. Yunus bize daha Kalu Bela’da kim olduğumuzu ve orada verdiğimiz sözün ardında durmak için nasıl olmamız gerektiğini öğütler.

Kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Her ne kadar kitabınızda sizi bir Yunus Emre romanı yazmaya yönlendiren sebebin, onun çok ihmal edilmesinden ortaya çıktığını belirtseniz de, kitabın hikâyesini sizden dinlemek isteriz. Hep düşündüğünüz bir kitap mıydı, karar verme süreci nasıl olgunlaştı?

Yunus bütün mesleki hayatım boyunca hep zihnimde, gönlümde ve aklımda yer edip durmuştur. İki dersimden birinde Yunus’u anmazsam sanki anlattıklarım eksik kalır gibi hissederim. O sanki evimizin insanı gibidir, Bizim Yunus’tur. Buna rağmen genç nesillerimiz onu bilmiyor ve örnek almıyorsa burada bir tanıtma problemi vardır. Yunus gibi, Fuzuli gibi, Barbaros gibi, Eyüp Sultan gibi büyüklerini tanımayan gençlerin rol model seçerken zorlanacakları, hatta hiç rol modele ihtiyaç duymayacak sığlığa sıkışıp kalacakları aşikârdır. Yunus’un sırf gençlere tanıtılması için bir roman kahramanı olarak tekrar tekrar anlatılması gerektiğini söyler dururdum. Bir gün Sabri Koz dostum bunun için başkalarının yazmasını beklemek yerine oturup yazmamı öyle ısrarlı biçimde söyledi ki bunu bir sorumluluk kabul edip başladım yazmaya… Fakat güçlükleri çoktu. Kocalar kocası Yunus hakkında bilinen tarihi kayıtlar, bir dosya kağıdının yarısını bile doldurmayacak bilgilerden ibaretti. Menkıbeler ise her yerdeydi. Menkıbelerle tarihi birleştirip süzgeçten geçirmek gerekiyordu. Zor oldu ama çok heyecan verici bir süreçti. Coşkuyla yazdığım bir kitaptı.

“Hamdım, piştim, yandım.” Pişebilene, yanabilene, tüm ömrün özeti. Yunus Emre, yüzyılların oyulmuş taşlarından yapılmış, içine girdiğinizde serinleten bir kervansaray misali dizeleriyle insanı kendine çağırıyor. Kendimizden çok mu uzaklaştık, Yunus’u duymak için ne yapmalı?

Yunus “Hak bir gönül verdi bana!” itirafında bulunan adamdır. Bu gönül Allah’ın evi olan gönüldür. Materyalist çağ ise gönül sahibi olduğunu ancak kibir anında hatırlayan hayatların yaşandığı bir zaman aralığı. “Derviş gönülsüz gerek.” deme zamanı. Yunus bizi gönüle çağırıyor, gönülden çağırıyor ve gönüllü çağırıyor. Oysa biz hep mideye gidiyor, midemizin peşinde koşuyoruz. İnsanın kendisi olması midesiyle değil gönlü ve zihniyledir. Mide maddemizdir, ama zihin ve gönül manamızdır. İnsan yaratılışının dengesi: Maddeye bir mağaza, manaya iki mağaza… Biz dünya tüccarları… Mağazanın ikisini iflas ettirmiş, yalnızca biriyle geçinmeye çalışıyoruz. Acıkan yalnızca midemiz zannediyoruz, oysa gönlümüz de acıkıyor, zihnimiz de. Gönlümüze sevgi, dostluk, gülümseme koymuyoruz, zihnimize bilgi, anlayış, estetik yansıtmıyoruz. Çünkü okumuyoruz; Sancılı ve hastalıklı hayatlar yaşamamız normal. Yeniden şu mana mağazalarımızı işletmeye açmalıyız.

Yunus’un dizeleri bugün bile okunduğunda bir duyuşu, bir hâli, zaman ile mukayyet olmayan bir insanlık durumunu bize eksiksiz olarak aktarıp yaşatıyor. Siz bu anlamda “Türklerin Shakespeare’i Yunus’tur.” diyorsunuz. Bu sözünüzü açmanızı istersek, Yunus’un dizeleri bu coğrafyanın yüzyıllarca beraber yaşamış insanlarının birbirinden uzaklaşmışkalplerini ve zihinlerini nasıl birleştirebilir?

Dante, Goethe yahut Shakespeare… Milletlerin övüncü ve dünyaya sundukları vitrinleri… Yunus bunların hiçbirinden aşağı değil. Ne var ki biz onu evrensel boyutlara taşıyamadık. Bugün dünyanın herhangi bir şehrinde “Dünya Şiir Sergisi” açılsa ve bu sergiye her millet bütün tarihini ve sahip olduğu medeniyeti hesaba katarak yalnızca iki şairinden birer şiirle katılsa, Türkiye’den bu sergiye gidecek iki şiirden biri Yunus’un olurdu. Bana göre ikincisi de Fuzuli’nin. Hitap ettiği coğrafya, taşıdığı medeniyet birikimi, sahip olduğu kimlik vs. ile bizi dünya ölçeğinde temsil edecek bütün değerlere, erdemlere ve anlayışa sahip bir kahraman.

Kuran’da nasıl ki bitkiler, hayvanlar, yer ve gökler, nehirler, dağlar, kuşlar, karınca ve örümcekler insanlar için birer ibret vesikası olarak anlatılıyorsa, Yunus’un şiirinde de kâinata aynı bakış açısıyla bakıldığını görebiliyoruz. Bu yönüyle mutasavvıflara göre Yunus, sokak Türkçesini semavileştiren kişidir. Onun izinden gidenler bu semavî dili kullandılar ve Türkçeyi arşa kanatlandırdılar. Türkçenin bu çağlar üstü bir dile dönüşme süreci nasıl oluştu sizce?

Yunus’un dili arı durudur, doğru, ama her kelimesinin, her kavramının ardından bir düşünce dünyası saçaklanıp gelir. Onun kelimeleri bilindik kelimelerdir ama anlamları bilinmedik nice kapılar açar. Bunun sebebi o çağı kavrayıp kucaklayan ve kucaklayıp kaldıran bir gönüller atlasının zengin ve mümbit coğrafyasıdır. Hoca Ahmet Yesevi’den zincirlenen nice erenlerin sancılı ve trajedilerle bitkin düşmüş, tükenmiş Anadolu’da yükselttikleri sesleridir. Maddenin tamamen dibe vurduğu bir zaman ve mekânda, insanı yaşatmanın manevi reçetesinin dilidir o dil. Bunun içindir ki her bir kelimenin iştikakı seslerden ziyade duygularla çözümlenebilir.

“Hak kandedir?” sorusunun cevabında Eşrefoğlu Hazretleri “Dopdoludur araler!” cevabını veriyor. Yunus’u sadece okunması gereken değil de, olunması gereken bir şahsiyet olarak tanıtamıyoruz, nasıl Yunus olunur?

Araya araya… Belki de bulunuverir…