Emre Demir

“Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır:

On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak.”

Walter Benjamin

“On beşinci yaş günümün evden ayrılmak için

en uygun zaman olacağını düşünmüştüm.

Daha öncesi erken, sonrası ise geç olabilirdi.”

Kafka Tamura

Bir yazarın okuru olmak, o yazarın dünyasında yaşamaktır. Kütüphaneme bakıyorum, dünyanın onlarca farklı ülkesinden, farklı dönemlerden yazarların kitapları var. Ancak kitaplarını okuduğum tüm bu yazarların okuru olduğumu söyleyemem. Pek çok yazarı okuyup geçmişim.

Belki kibirli bir okurum, bir yazarın okuru olmak payesini her yazara yakıştıramam. Yazarın okurlarına karşı sorumluluğu olduğu gibi, okurlar da kitaplarını okudukları yazarlardan ahlaki olarak mesuldürler. Hangi kitabı ne zaman okuduğunun hesabını verebilmeli okur.

Roman okumak, içten içe hep korkutmuştur beni. Roman karakterleriyle özdeşleşmekten endişe ediyorum. Okur bir kez roman karakterinde kendinden izler görmeye dursun, roman ilerledikçe o karakter okuru iyice kendine benzetir. Okur böylece hem daha önce fark etmediği kendi karanlık dehlizlerini görür hem de olmaktan korktuğuyla yüzleşir. Japon yazar Haruki Murakami’nin karakterleriyle böyle bir ilişkim var. Murakami’yle ilişkim, Kadınsız Erkekler adlı kısa hikâyelerle başladı. Bunu bir aşk romanı izledi: Sputnik Sevgilim. Ve nihayet yazarın en çok bilinen eserlerinden birine geçtim: Sahilde Kafka. Bugünlerde İmkânsızın Şarkısı elimin altında.

Sevdiğiniz yazarların farklı eserlerini birbirinden ayırt etmek zordur, bütün eserler yazarın hayal dünyasının farklı köşeleridir. Murakami’nin de bütün eserlerinde, aynı kuşatıcı atmosferi görmek mümkün. Peki, bir Murakami romanının içinde olduğumuzu veya onun karakterlerinden biriyle karşılaştığımızı nasıl anlarız?

Başıboş gezintiler, sağlıklı karşılaşmalar…

Murakami’nin karakterleri şehirli, bir yaşam tarzı olarak şehri deneyimlemeyi seviyorlar. Şehir onlar için, bağlı oldukları bir solunum cihazı gibi. Şehirden çıkınca başlarına iş geliyor. Murakami karakterlerinin şehirle ilişkisini tanımlayan sözcük “flaneur”. Başıboş gezintiler, sağlıklı karşılaşmalar, Murakami hikâyelerinin temel yatağı. Şehir onlar için bir solunum cihazıysa, müzik de serum diyebiliriz. Murakami romanlarının sayfalarından müzik sesi geliyor. Canlı, hiç dinmeyen bir müzik bu. Yazarın her romanı, farklı seçkilerden oluşan bir “shuffle” gibi. Murakami karakterleri müzikle yaşıyor, her ortamda müzik dinliyorlar. Müzik dinleyebileceği bir ortamda değilse, mesela bir ormanda, ıslık çalıyor Kafka Tamura. Murakami karakterleri, eski dönem caz müzisyenlerinin parçalarını dinlemek için ölesiye bir istek duyuyor. Teddy Wilson, Vic Dickenson, Buck Clayton… Bazen yürek sızlatacak denli güçlü bir şekilde yaşananları canlandırma etkisi olan müzik, onlara saf bir mutluluk ve harikulade bir iyimserlik duygusu veriyor. Günümüzde artık yapılmayan türden bir müzik ve artık yaşanmayan türden duyguların telafisi.

“Müzik bendeniz Nakata için rüzgâr gibidir.”

Murakami karakterleri, kendi hayali dünyaları ile gerçek dünya arasında bir yerde yaşıyor; bu yönleriyle sinemada Wong Kar Wai karakterlerine yakınlar. Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar kitabında Wong Kar Wai karakterlerinin ortak özelliği olarak, ne kapitalist dünyaya karşı olduklarını ne de onunla tamamen bütünleştikleri teşhisini yapar. Wong’un karakterleri, yadırgatıcı bir kayıtsızlıkla bir şehir hayatı “oyunu oynarlar” ve gerçekdışı, düşsel bir varoluş tarzı geliştirmişlerdir. Elizabeth Wilson’un “The Invisible Flaneur” adlı makalesinde işaret ettiği bir hayat deneyimidir Wong ve Murakami karakterlerinin paylaştıkları: Sürekli yabancılara temas ederiz, erkeklerin ve kadınların yanlarında taşıdıkları ama sonunu asla öğrenemedikleri öykü kırıntıları görürüz. Hayat, bir epik veya anlatı olmaktan çıkar, kısa bir öyküye dönüşür, rüyamsı, tözsüz bir hale gelir veya muğlaklaşır.

Ve bu muğlak hayatın arka planında hep müzik vardır. Chungking Express (1994) filminde 663 numaralı polisin (Tony Leung) takıldığı sandviç büfesinde, Faye (Faye Wong) hep aynı şarkıyı dinlemektedir mesela. Filmin hikâyesi, hep bir California Dreamin gölgesinde akıp gider. Wong’un diğer pek çok filminde de müzik hiç susmaz. Wong ve Murakami karakterleri için, kendi hayali dünyaları ile gerçek dünya arasındaki boşluktan geçişi sağlar müzik; zira müzik dinlemek onlar için bir boşluk meselesidir. Bu “boşluk meselesi” şöyle açıklanıyor Kadınsız Erkekler’de: “Demek istediğim, bu tür müzikleri dinlerken hiçbir şeyin bulunmadığı çok geniş bir uzamda olduğumu duyumsuyorum. Orada çok geniş ve sınırsız. Ne duvar, ne de tavan var. Orada hiçbir şey düşünmesem de oluyor, hiçbir şey söylemesem, hiçbir şey yapmasam da. Orada bulunuyorum sadece.”

Beni Murakami karakterlerine yakınlaştıran bir diğer özellikse, kin ve şiddetten uzak olmaları. Şiddetle aralarındaki mesafe, onlar için asla bir zayıflık alameti değil. Kafka Tamura’nın ormanda rastladığı “unutulmuş askerler” şöyle diyordu: “Böylesi bir şiddet arzusuna dâhil edilmeye katlanamadık.” Yine de bir güç arayışındadır Murakami karakterleri, ama güçlü olmak ve başkalarını alt etmek için değil; haksızlığa, yanlış anlamalara, anlayışsızlıklara direnmeyi sağlayacak sessiz bir güçtür bu. Uğradıkları haksızlığı unutmazlar belki, ama yine de affederler. Kurtuluşa erişmek için affetmeleri lazımdır.

Murakami karakterleri, zaaflarını sergilemekten çekinmiyorlar. Zayıf yanlarını gizlemeye çalışmayarak, hayata karşı –en azından kendi açılarından- moral bir üstünlük de elde ediyorlar. İnsanın günlük yaşamındaki gereksiz koşturma ve çabalarının hatırı sayılır bir kısmını, zaaflarını gizleme çabası oluşturmaz mı aslında?

Murakami karakterleri özgür bireyler olmakla birlikte, hep kendilerini bir şeylerle özdeşleştirerek yaşar. Dünyaları metafor, ironi ve karşılaşmalarla örülüdür, ironiyle derinleşip büyürler. Çocuk değillerdir, ama kemale de ermemişlerdir. Kemale ermeye de pek yanaşmazlar, kemal sürekli ertelenir. Kemale erince, çocuksu saflığın yitirileceği endişesi hep bakidir. Bu tamamlanmamışlık hali, onlarda güçlü bir cazibe de yaratır. Çünkü üstün nitelikli tamamlanmamışlık, insanın bilincini tahrik eder. Arada sırada sıkılırlar, ama asla bıkmazlar. İçerideki melankoli, yüzde gülümseme olarak ifadesini bulur ve bu gülümsemenin bir başlangıcı ya da bir yönü yoktur. Saeki Hanım’ın dudaklarındaki gülümsemeye bakarken bile, yüreğinin geçip geldiği mutlu yolu izleyebilmek mümkündür; ateşböceğinin karanlıkta çizdiği ışığın izinin, insanın gözlerinde kalması gibi.

Murakami karakterlerinin hayatlarında, tıpkı Kafka’nınkiler gibi, “artık geri dönüşü olmayan noktalar” fazladır. O noktaya gelindiğinde, sessizce kabullenmekten başka çare yoktur. Ancak bu “geri dönüşü olmayan nokta” çoğu zaman bir yanılsamadan ibarettir, o noktalar ve aşılması gereken güçlükler hiç bitmez. Murakami karakterleri, tıpkı Türk halkının sürekli topluca deneyimlediği gibi hep “zor bir dönemden” geçerler. Çünkü insan kaderini değil, kader insanı seçer.

Murakami karakterleri, ancak kendileri gibi hayal gücü olan insanlarla iletişim kurabilirler. Onlara göre, hayal gücü olmayan insanın gerçek hisleri olmaz. Sahilde Kafka’nın Oşima’sı şöyle yakınır bu tiplerden: “Yalnız, çok daha fazla canımı sıkan şey, hayal gücünden yoksun insanlardır. T. S. Eliot’un ifadesiyle “içi boş insanlar”. O hayal gücünden yoksun oldukları kısmı, hissiz perdelerle örtmeye kalktıkları halde, kendileri bunun farkında olmadan ortalıkta dolaşıp dururlar. Sonra o hissizliklerini içi boş laflarla başkalarına dayatmaya kalkarlar.”

Ve elbette aşk. Murakami’nin karakterlerinin burcu tespit edilse, pek çoğu kova burcundan çıkar. Kova burcu coşkusuyla çok kolay âşık olurlar. Bir kadının hayatına girmeleri de, çıkmaları da, şaşılacak derecede hızlıdır. Dünyalarını yeniden inşa etmek için ve daha çok da kendilerinde eksik bir parçayı bulmak umuduyla âşık olurlar.

Dünyanın veya kendi ülkelerinin dört bir yanına savrulan Murakami karakterleri, en nihayetinde güçlü bir yerellik ve aidiyet duygusuyla yaşar. Evden kaçma istekleri, bir müddet sonra başa dönme isteğine dönüşür. Ama sağlıklı bir başa dönüş için, dünyanın öteki ucuna da gitmek zorundadırlar. Dünyanın öteki ucuna gitmedikçe aşılamayacak bazı engeller vardır. Zamanın göreceli ağırlığından kurtulmak için hareket etmeye ve yolculuğa devam ederler, yol onları terbiye eder ve yol yine kendi evlerinde biter. Çünkü insanın kendini bağlı hissedebileceği bir yerlere ihtiyacı vardır. Az ya da çok.

Arka Kapak dergisi 24. sayı