Erkan Şimşek

1914 deyince akla hemen I. Dünya Savaşı gelir. 28 Haziran’da Avusturya veliaht prensi öldürülmüş, 28 Temmuz’da savaş başlamıştı. 1914, Türk edebiyatı için de başka açıdan önemlidir. Oktay Rifat, Orhan Kemal, Fazıl Hüsnü ve elbette Orhan Veli’nin doğum yılıdır. Savaşa birkaç ay kala, 13 Nisan 1914’te Beykoz’da başlar Orhan Veli’nin hikâyesi. Asıl adı Ahmet Orhan’dır, soyadı kanunu öncesinin geleneği olarak babasının ismiyle anılır ve Orhan Veli olur. Rahat bir çocukluk geçirir ama çelimsiz vücudu ve talihsizlikler yüzünden sıhhatten yana hep dertlidir, gariptir. Beş yaşında yanma tehlikesi geçirmiştir mesela. Dokuz yaşında kızamık, on yedi yaşında kızıl hastalığını atlattı, yirmi beşinde trafik kazası geçirdi… Zaten ölümü de yine bir kaza sonucunda oldu.

Doğduğunda mı oradadır, yoksa sonradan mı taşınmışlardır bilinmez, kardeşinin ifadesine göre, Ahmet Mithat Efendi’nin yalısına komşu bir yalıda geçer çocukluğu. Babası Mehmet Veli aslen İzmirlidir ve Mızıka-yı Hümâyun’da klarnet virtüözüdür. Bu kurum daha sonra Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’na dönüşmüştür ve şairin babası da Ankaralı olmuştur. İstanbul şairi Orhan Veli’nin Ankara’yla ilişkisi böyle başlar.

Orhan Veli’nin çocukluğu ve ilk öğrencilik yılları İstanbul’un farklı semtlerinde geçer, edebiyatla da bu yıllarda tanışır. Babasının tayini yüzünden bitiremediği Galatasaray Lisesi’nde ise (buranın ilkokul bölümünde okumuştur) hem Fransızca öğrenir hem de dünyası değişir. Ankara’da devam ettiği Ankara Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Ankara yıllarındayken, 13 yaşında Oktay Rifat Horozcu’yla, 16 yaşında da Melih Cevdet Anday ile tanışır. Bu üçlü sonraki yıllarda Türk şiirini geriye dönüşü olmayacak şekilde değiştirir. Daha doğrusu tarih ve kader kaçınılmaz olan değişimi bu üç gencin sırtına yükler. Çünkü değişen aslında Türkiye’nin toplumsal-siyasal yapısıdır.

İlk şiirlerini lise yıllarında yazar. Tıpkı Attilâ İlhan ve Nâzım Hikmet gibi Orhan Veli de ilk şiirlerinde geleneksel Türk şiirine bağlıdır, aruz veznini kullanır. Elbette aruz vezni biçim olarak tek başına bir gelenek savunusu değildir. Türk şiiri zihniyet olarak zaten Servet-i Fünûn ile birlikte değişmiştir ve Servet-i Fünûncular aruz veznini, hem de muhteşem bir şekilde kullanmışlardır. Mesele biçim değil, bakış açısı ve yorumdur. Orhan Veli de yeni Türk insanının şiirini yazmaya niyetlidir.

Bütün bunlar 30’larda olur ve şair 1932’de liseyi bitirip üniversite için sevgili şehri İstanbul’a geri döner. Felsefe eğitimini yarım bırakır ve zihnen çok uzak görüldüğü memuriyet hayatı başlar. Elbette istikamet yine Ankara’dır. Türkiye’nin kalem erbabının mecburen yeni rejimin bürokrasisine yerleştiği yıllardır. PTT’de müdür olur. Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile yolları yeniden Ankara’da kesişir. Onlar da bürokrattır. Memurluk, tek parti yıllarında bir meslek, bir ekmek kapısından ziyade bir zihniyettir. Türkiye’nin seküler aydınlarının topluma biçim verme arzularının uygulama alanıdır. Orhan Veli’de böyle bir gaye belki yoktur ama şiirini yazdığı tek tek bireylerle toplumun bütününe aynı aşkla da bakmamaktadır. Bireye olan sevgisini toplumunun bütününden esirger. Zaten böyle bir iddiası da yoktur. İstanbul’u ve tekil garibanları dert edinmiştir.

Orhan Veli’nin ulusal çapta edebiyat yayınlarında yer bulması Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık dergisi ile olur. Şair 1930’ların ortasında girdiği Türk kültür hayatına bir daha çıkmamak üzere yerleşir. Nehrin yatağını değiştirme serüvenini arkadaşlarıyla birlikte burada başlatmıştır. Elbette bu ilk şiirlerini kafiye ve hece ölçüsüyle yazmıştır. “Oaristys”, “Eldorado”, “Düşüncelerimin Başucunda” gibi Varlık’ta çıkan bu şiirler oldukça güçlü şiirlerdir ve içerik olarak Necip Fazıl şiirlerine, uyak şeması itibariyle (abba – cddc) Charles Baudelaire şiirlerine benzer. Ki Orhan Veli aynı zamanda iyi bir Baudelaire çevirmenidir.

30’ların sonuna kadar bu çizgide şiirler yazan Veli, olgunlaştıkça bu şiiri terk eder ve arkadaşlarıyla birlikte serbest nazıma geçiş yapar. Nihayet 1941 yılında bir grup şair antolojik bir şiir kitabı yayımlar, kitabın adı Garip’tir. Garip’in manifesto niteliğindeki önsözünü Orhan Veli kaleme almıştır. Şair burada divan şiirine de hece ölçüsüne de bayrak açar ve “eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzım” diyerek yazısını noktalar.

Bu yazı Nâzım Hikmet’in 1929 tarihli meşhur “Putları Yıkıyoruz” çıkışını âdeta tamamlar. Tabii Nâzım’ın çıkışı şiirle sınırlı değildir; daha büyük, daha genel bir kültürel iktidara karşı bir itirazdır. İstanbul’dan yükselen bu itiraza ilk etapta Ankara’nın büyükleri karşı çıkarken Orhan Veli’nin çıkışı başta Nurullah Ataç olmak üzere yeni memur / aydınların desteğini alır. Daha sonraki yıllarda yazdığı şiirlerinde eleştirdiği şairaneliğe yer yer geri dönse de yaktığı ateş Türk şiirini sardığı için nehir yeni yatağında hızla akmaya devam etti. Kendisi de zaman zaman bu akıntıya karşı kürek çekti.

Şair Garip manifestosunun hemen ardından 1942’de askere gider. II. Dünya Savaşı yıllarının yokluğunu ve hengâmesini askerde geçirir. Bu dönemde az şiir yazar, kurallı, dertsiz hayatın tadını çıkarır, zaman zaman da küçük kaçamaklar yapar. O meşhur otobiyografik özeti, askerdeyken şair arkadaşı Muvaffak Sami Onat’a yazdığı mektupta geçer.

1914’te doğdum, 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim, 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum. Hiç evlenmedim. Şimdi askerim.”

1945 senesinde yani 31 yaşında terhis oldu ve memuriyete Tercüme Bürosu’nda devam etti. 50’lere doğru bu büro da önemini yitirince şair buradan ayrıldı, hatta memuriyetten de istifa etti. Yaygın kanaate göre zaten şairin ruh hali memurluğa uygun değildi. Öte yandan Orhan Veli meslek olarak memurluğa uzak dursa da dönemin yaygın politik zihniyetine derinden bağlı tam bir tek parti bürokratı, seküler aydını gibiydi. Arapça ezan tartışmalarındaki tutumu, şiirine konu ve simge olmayı “hak edememiş” kara kalabalıklar itibariyle Kanık daima memur kalmıştı.

Memuriyet sonrası şiire, düzyazılarına, çevirilerine büyük hızla devam etti. Nâzım Hikmet için açlık grevine katıldı. Tiyatro metinleri çevirdi, gazetelerde günlük politik-edebî yazılar yazdı. 1949’da Yaprak dergisini çıkarmaya başlayan grupta yer aldı, hatta fiilen derginin öncüsü oldu. Dergi Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıkabildi ve ekonomik nedenlere kapandı. Bu süreçte Orhan Veli’nin derginin çıkmasını sağlamak adına paltosunu ve Abidin Dino’nun hediyesi tabloları sattığı söylenir. Büyük şairlerdeki o rindlik ve fedakârlık Orhan Veli’de de somut bir şekilde görünür. Dergi bütünüyle kapanınca da şair hiç vazgeçemediği İstanbul’a geri döndü. Bu arada İstanbul için yazdığı ve 1947’de Varlık’ta çıkan “İstanbul’u Dinliyorum” ile İstanbul hakkındaki en güzel şiirlerden birini yazmış ve kendinden sonra gelen birçok şairin İstanbul şiirlerini etkilemiş oldu.

1950 yılının son günlerinde arkadaşlarını ziyaret için geldiği Ankara’da 10 Kasım günü belediyenin açtığı bir çukura düştü ve yaralandı. Birkaç gün sonra İstanbul’a döndü ve düşüşten sebep nükseden beyin kanaması yüzünden hayata veda etti. Orhan Veli, ölmek için o çok sevdiği İstanbul’a dönebilmişti. İçinde yer almaktan hoşlanmadığı kamu zihniyetinin boş vermişliği yüzünden düştüğü çukur, henüz 36 yaşında olan genç bir şairin hayatına son vermişti. Ardında yazılmamış nice şiirler, belki romanlar bıraktı. En önemli mirası ise değiştirdiği Türk şiiriydi. Bu değişimin ikinci büyük ismi Edip Cansever ve her iki değişime / kırılmaya itiraz eden Attilâ İlhan ile aynı kabristana, Aşiyan’a defnedildi. 

Arka Kapak dergisi 36. sayı