Geçtiğimiz sene öykü açısından oldukça verimli geçmişti. 2015 ise Ocak’tan bu yana yayımlanan kitaplarla öykünün yükselişinin devam edeceğinin sinyallerini veriyor. Bu kitaplardan biri de 2014’te adını sıkça duyduğumuz Onur Çalı’nın üçüncü öykü kitabı Huma Kuşları. Alakarga Yayınları’ndan Nisan ayının başlarında çıkan Huma Kuşları’na dair Çalı’yla söyleştik.

Söyleşi: Nazlı Karabıyıkoğlu

Huma Kuşları çıkalı henüz birkaç hafta oldu. Öncelikle kitaba gelen ilk tepkileri ve senin kitap çıktıktan sonraki hislerini sormak istiyorum.
Kitap çıktıktan sonra hissizleşiyorum ben. Kitaba da uzaklaşıyorum. Bu ruh haline ve uzaktan bakışa, keşke yayımlanma sürecinde sahip olabilsem. Tepkiler olumlu gibi, senin de söylediğin gibi daha çok yeni. Beklemedeyiz.

Huma Kuşları’nda yer alan öykülerinin önceki kitaplarına kıyasla biraz daha kısaldığını söyleyebilir miyiz? Ben bu kitabında, diğerlerini arka plana aldığımızda, daha kısa ama daha yoğun cümlelerle ilerlediğini düşündüm. Son birkaç yılda da dünya öyküsüyle beraber Türk öyküsünün de kısaldığını gözlemliyorum. Kısa, kıpkısa öyküler ekseninde, kendi öykülerini yazarken özellikle kısa yazmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz?
Bunu ben de düşündüm. Ve fakat önceki iki kitaptaki öykülerime baktığımda işin içinden çıkamadım. En azından geçen yıl yayımlanan Geçen Sene Doğanlar’daki öykülerle –uzunluk kısalık açısından– pek bir fark yok gibi geldi bana. Hatta bugüne kadar yazdığım en uzun öykü de Huma Kuşları’nda: İsa’ya Göre İsa.

İşin aslı şu; ben öykü yazarken kısalık-uzunluk düşünmeden yazıyorum. Ama kısa öyküler çıkıyor klavyemden. Doğallıkla böyle oluyor, planladığım bir şey değil. “İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya Edip abi, doğrudur. İnsan biraz da yazdıklarına ya da yazdıkları ona benzemez mi peki? Ben uzun ve çok konuşmayı sevmeyen, uzun konuşulduğunda içine afakanlar basan bir insanım. Belki biraz da bu yüzden kısa oluyordur yazdıklarım.

Huma Kuşları üçüncü kitabın. Geçtiğimiz sene Geçen Sene Doğanlar yayımlanmıştı. 2012’de ise Eksik Yıl. Ortaya çıkardığın işlere bakınca oldukça verimli çalıştığını görüyorum. Huma Kuşları’nı yayımlatmadan önce biraz daha beklemeliydim diye düşündün mü?
Benim açımdan sorun yok, içim rahat ama insanlar “Her sene öykü kitabı mı çıkarılır yahu!” diyebilirler, sorun yok, desinler. Öyküler birikince kitap oldu, yeni verimlerin bir an önce kitaplaşmasında sakınca görmüyorum ben. Bir tanesi hariç, hatasıyla günahıyla son bir buçuk yılda yazdığım öyküler bunlar.

Öykülerinin çoğunda ve kitabın başında ithaflarla karşılaşıyoruz. Kitabı Mehtap Zengin ve Okyanus Efe’ye ithaf ederken öykülerini Brautigan ve Carver gibi yazarlara adıyorsun. Bir de Huma Kuşları var…
Evet. Bu ithaf konusu da eleştirilebilir, bazı okurlar hoşlanmayabilirler. Ben sevdiğim, etkilendiğim (belki de etkilensem ne güzel olurdu dediğim ya da etkilendiğimi sandığım) bana öykü uçları gösteren yazarlara yazdıklarım yoluyla selam göndermekte ve bunu açık etmekte bir sakınca görmüyorum. Sonuçta, bizden öncekilerle bizden sonrakilerin arasında bir yerdeyiz. Hiçbir Yer’den çıkmış değiliz. Bizden öncekilerin –bir biçimde– devamıyız.

Okyanus ve Mehtap’a gelince… Ne diyebilirim ki! Kimsenin bir şey demeye yüzü var mı? İnsanları ötekileştirerek, kendi isteklerine saygı duymayarak öldürüyoruz. Elbirliğiyle. Okyanus Efe’ye ve Mehtap’a bir nefeslik yer açamadık ya şu dünyada, hepimizin utancı olsun. Ama tabi bununla kalmasın. Herkese kendi ölçülerine göre elbise biçmeye çalışan bir toplumda yaşıyoruz. Şunu kabul edecekler alt tarafı: Translar vardır! Eşcinseller vardır! Bunlar hastalık ya da anormallik değildir. Bitti, bu kadar kolay!

Huma Kuşları… Berkin, Konya’da soğuktan donarak ölen Ayaz bebek, Bursa’da kağıt toplarken ölen Yücel Arı, küçük bedeni havan mermisiyle paramparça olan Ceylan Önkol, daha önce Pozantı ve şimdilerde Şakran Cezaevinde yaşananlar, anmakla bitmeyecek ölü çocuklar… Daha geriye gidersek Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı Medz Yeğern (aralarında çocuklar da yok muydu?), Dersim Katliamı’nda daha anasının karnındayken, doğmadan öldürülen bebeler, durmadan ölen Türk ve Kürt ve işçi çocuklar… Bu ülke çocuklarına bile hunharca zulmeden bir ülke, Ölü Çocuklar Ülkesi burası.

Senin öykülerini okurken gözümde ellerini ceplerine sokmuş, hiç durmadan, günlerce, haftalarca sokaklarda dolaşan bir adam canlanıyor. Bu adamın sesini duyuyorum çoğunlukla öykülerini okurken. Candan, yaşadığım anın herhangi bir anında. Kitabı kapadıktan sonra bile bir anda küt diye önüme çıkabiliyor. Karakterlerini nerden besliyorsun çoğunlukla?
Şimdi böyle “artizlik” gibi olmasın ama gerçekten tam olarak bilemiyorum. Yazma anında kişisel tarihimiz, okuduklarımız, daha önceki yazdıklarımız, yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve hayal ettiklerimiz tuhaf bir biçimde bir araya geliyor sanırım. Bu da bilgisine değil sezgisine sahip olduğum bir düşünce sadece. Yoksa ben de anlayabilmiş değilim bu kadar garip karakterin beni nasıl bulduğunu.

Öykülerini çoğunlukla kendi sanal fanzinin Parşömen’de yayımlıyorsun. Basılı bir yayında mı yer almak daha iyi yoksa sanal ortamda mı? İkisinin arasında zorluk farkı var mı? İşler iyice sanala doğru gidiyor sanırım sence?
Parşömen Sanal Fanzin’i ben yönetiyorum, doğru. Ancak benim fanzinim diyemem. Benim dışımda birçok arkadaşımın katkısı var. Hatta hiç tanımadığım insanlardan da metinler geliyor. Parşömen’i 2007 yılında yayımlamaya başladım ben. Zaman zaman blog ruhuna uygun olarak çok kişisel şeyleri, sevdiğim şarkıları filan yayımlasam da genel olarak bir kültür-edebiyat dergisi gibi davranıyor Parşömen. Sanal fanzin lafını da ben uydurdum, ne kadar karşılıyor yapılan işi, bilmiyorum açıkçası.

Basılı bir yayında yer almakla sanal ortamda yazmak arasında zorluk-kolaylık değil de hız açısından fark var. Dergilere gönderdiğiniz ürünlere geç cevap gelebiliyor, hatta hiç cevap gelmeyebiliyor. Yayımlanacak olduğunda bile sizin haberiniz olmuyor bazen. Ben Parşömen’de buna özen gösteriyorum. Gelen ürünlere olumsuz da olsa hızlıca cevap vermeye çalışıyorum.

Basılı ya da sanal ortamda yayımlanması değil mesele, nitelik önemli aslında. Sanal matbuatın yayılma hızı ve ulaştığı kişi sayısı da yabana atılacak gibi değil tabi. Bunun yanında, basılı dergilere, fanzinlere de ürün gönderiyorum elbette. E-kitap konusu var bir de ama çok yakın zamanda, işler her ne kadar sanala doğru gitse de, basılı kitaplar kalkmayacak ortadan. Muhtemelen, uzun bir süre ikisi bir arada olacak. Sonra, geleceğin okur-tüketicilerinin tercihleri belirleyici olacaktır bir şekilde.

Geçen Sene Doğanlar’dan Huma Kuşları’na Onur Çalı’nın dile bakışı nasıl değişti? Ya da değişti mi?
Bunu ben değil, okuyanlar söylemeli belki de. Dile bakışım derken, dil olgusuna bakışımda bir değişiklik yok sanırım. Bununla birlikte, kendi öykü dilimi ve öykü dünyamı oluşturabiliyorsam, bu bana mutluluk verir. Zaten her yazar bunun peşinde değil mi? Bilinçli ya da bilinçsiz olarak oluşturduğu dili ve öykü dünyası/atmosferi değil midir bir yazarı diğerlerinden ayıran?

Peki ya okumaların ne yönde seyretti bu süreçte?
Çok dağınık okuyorum ben Nazlı. Ankara’da benim de içinde olduğum Perşembe Grubu var. Grupla birlikte okuduklarımız var; kendi istediğimiz belirlediğimiz kitapları ve yazarları okuyoruz (ben genelde tembellik ediyorum tabi). Bunun dışında kendi okumalarım oluyor. Son dönemde doktora dolayısıyla dinler tarihi okudum mesela. Bunun yanında edebiyat dergileri, fanzinler, e-dergiler derken çok dağılıyorum. Kendime bu konuda verdiğim özeleştirim: Çok fazla güncele takılıp kalıyorsun Onur, bir de çok aylak bir okursun!

Perşembe Grubu demişken, Ankara’da öykü yazarlarının bir araya gelip çalıştıklarını biliyoruz ama biraz da sen açar mısın şu Perşembe Grubu’nu?
Bizimki çalışmak değil de bir dostluk ortamı içerisinde okuduklarımızı, yazdıklarımızı paylaşmak. Arkadaşların onuncu yılı, ben de üç senedir gruptayım. Her Perşembe Babil Cafe’de toplanıp birlikte eğleniyoruz, okuyoruz, yazıyoruz, üretiyoruz. Hayata bakışları, edebiyat anlayışları ve beğenileri birbirinden çok farklı insanlar bir arada olabiliyoruz, ortak işler de yapabiliyoruz. Balkon adlı bir fanzinimiz var, canımız istediği zaman çıkarıyoruz. Ayrıca Theleme Tekkesi adında bir bloğumuz var.

Çok şanslı hissediyorum kendimi Perşembe’den dolayı, nazar değmesin inşallah!

Bazı öykülerinin yazılma süreçlerini merak ediyorum açıkçası. Dilsizdere Çıkmazı ve isa’ya Göre İsa
Yazma süreci –ilhama inanmamakla birlikte– ilham inermiş gibi, birdenbire oluyor bende. Muhtemelen daha önce kafamda farkında olmadan gezdirdiklerim birden ortaya çıkıyor. İşte o anda, onu yazmalıyım. Yazamadığım zaman huysuzlanıyorum. Yazdıktan sonra bir süre bekletip (deme bırakıp) tekrar bakıyorum ama genelde ilk yazdığım hali çok değişmiyor.

Daha önceki soruya verdiğim yanıtta dediğim gibi; hangi çağrışımın, hangi olayın bana öykü yazdırdığını bilmiyorum. Yazdıktan sonra baktığımda anlıyorum bazı şeyleri. Mesela Dilsizdere Çıkmazı, babaannemin evinin olduğu ve benim çocukluğumun geçtiği yer. Orada yarı ölü bir dere vardı. Ama gördüğün gibi, öyküyle ne kadar alakası var bilmiyorum.

İsa’ya Göre İsa öyküsünü yazarken çok keyif aldım çünkü İsa abimi (başkaları Hz. İsa mı der, Allahın Oğlu mu der bilmem, benim için İsa abimdir) gerçekten çok seviyorum. Onun hikayesi beni çok etkiliyor. Trajik bir hikaye eninde sonunda. Bir de onun yanlış anlaşılmışlığı beni çok kederlendiriyor. Düşünsene; sevgiden merhametten bahseden adam adına Haçlı Seferleri düzenleyen insanlar! Ah İsa abim ah!

Sen onu sormadın ama bir tane de ben söyleyeyim. Sakalboğan Köprüsü bizim oralarda, Kınık ve Bergama arasında bir köprü. Gelip geçerken hep düşünmüşümdür adının nereden geldiğini. Sonunda bir gün oturdum ve o öyküyü uydurdum işte.

Huma Kuşları oluşurken nasıl bir öykü toplamından bu kitaba ulaştın? Şanslı bir okurun olarak dosyada yer almayan başka öykülerini de okumuştum çünkü.
Geçen Sene Doğanlar’ı 2013 yılının yaz aylarında yayınevine teslim etmiştim. Huma Kuşları’nı ise 2015 Şubat ayında teslim ettim. Demek ki arada yaklaşık 19-20 ay var. İşte bu sürede yazdığım öyküler (ki bunların büyük kısmı yayımlanmıştı dergilerde ya da Parşömen’de ve diğer e-platformlarda) Huma Kuşları’nı oluşturdu. Okurluğuna ve yazarlığına inandığım güvendiğim birkaç arkadaşımın fikrini de alarak kitapta yer alacak öyküleri belirlemiş oldum.

Dosyadan son anda çıkardığım iki öyküden birini Kayseri’de çıkan Yazın Burcu fanzine, bir tanesini de yakında Konya’dan yola çıkacak Öykülem dergisine verdim. Anlayacağın, şu anda elde var sıfır J

Ben “dosya”layan yazarlardan değilim. Elimdeki avucumdaki öyküler eğer bir kitap toplamına ulaşmışsa o yayımlanana kadar başka bir dosya oluşturamıyorum. Zaten okur olarak da “tematik” öykü kitaplarını, birbirine ulanıp romanımsıya dönüşen öykülerden oluşan kitapları sevmediğim için, birbirinden çok farklı öykülerin aynı kitapta olmasında bir sakınca görmüyorum. Bilakis, okur olarak da böyle öykü kitaplarını okumayı seviyorum çünkü.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Huma Kuşları – Onur Çalı
Alakarga Yayınları