Masumlar ve Kuzey’le tanıdığımız Burhan Sönmez’in üçüncü romanı İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları’ndan çıktı. İstanbul’un derinliklerinde, kentin üstündeki keşmekeşi anlatarak acının ne olabileceğinin sorgulandığı roman, bir hücreye hapsedilmiş dört adamın hikâyelerini aktarıyor. Sönmez’le ister istemez romandaki ve gerçek hayattaki İstanbul’u, Cehennemi ve mutlu sonları konuştuk.

Söyleşi: Tuna Çabuk

Roman, Decameron’u andıran biçimde on gün süren hikâyelerden oluşuyor. Okuyanlar bir kıyaslama yapacaktır ama siz nasıl bir mukayese yaparsınız iki ayrı “on gün hikâyeleri” hakkında?
Floransa’yı kasıp kavuran veba salgınından kaçan bir grup kadın ve erkek, bir eve sığınır ve zaman geçirmek için birbirlerine hikâye anlatırlar. Hikâyelerinin iki rengi vardır; mizahidir ve cinsellik vurgusu belirgindir. Decameron’daki bu on güne benzer şekilde İstanbul İstanbul’da da, işkenceden hücreye getirilen tutsaklar her gün vakit geçirmek için birbirlerine hikâye anlatırlar. Onların hikâyeleri de fazlasıyla mizahi ton taşır, ama cinsellik vurgusu azdır. Aradaki temel fark ise bence şudur: Decameron’dakiler ölüm tehlikesinden uzaklaşmışken, İstanbul İstanbul’dakiler hâlâ acının yani ölümün koynundadır. Bu, onların sözlerine başka bir gerilim ve ağırlık verir. Diğer fark, Decameron’da asıl anlatılan, iç hikâyelerdir, anlatıcıların kendi hikâyeleri yani çerçeve anlatı ikinci planda kalır. İstanbul İstanbul’da ise, iç hikâyeler kadar anlatıcıların kendi kişisel hikâyeleri de belirgindir. Bu iki kitaptaki zaman ve mekân algılarının farklılığı ise, modern roman ile eski anlatılar arasındaki edebi farkın doğal sonucudur.

İşkence altında geçen koyu ve rahatsız edici bir tarafı var romanın. Ama hikâyeler bu koyuluğu usul usul dağıtıyor. Hikâyeler, geniş anlamıyla edebiyat, dayanma gücümüzü artırır der misiniz? İnanır mısınız buna?
Zaman ile bizim aramızdaki gerilimi azaltır bu. İnsan bedeni, sınırlıdır; yaşlanıp, çürür. Oysa daha ötesini isteriz, sonsuzluğa heves ederiz. Bedenimiz bunu başaramazken, zihnimiz ölüm sınırının ötesine geçebilir. Düşünürüz, hayal ederiz. Bizden daha uzun ömürlü hikâyeler anlatırız. Bu sayede, zamanın sınırının aşıldığını hissederiz. Hikâyeler, o sınırın ötesine geçerken bize umut ve dayanma gücü verir.

Dayanma-dayanışma meselesinden devam edersek bütün hikâyeler bittiğinde bende kalan bir tortudan söz edeceğim veya karakterleriniz arasında geliştirdiğiniz duyguyu hesap ederek soracağım. Zor koşullar altında birbirlerine yardım eden insanlar yaşananların üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin o deneyimi unutmuyorlar. Dostluk, bu dünyaya katlanmamızı kolaylaştırıyor mu?
İnsan yalnızlığa dayanmaya çalışır, ama ona yardım eden, onu düşünen birilerinin varlığını bilmesi ona başka bir güç verir. Sanırım, Hallac-ı Mansur’un sözü bunu ifade eder: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” Saf yalnızlık, gerçek cehennemdir.

Romanda geçiyor, bütün hikâyeler, bütün şiirler ve türküler İstanbul’a mı akıyor? İstanbul hepsini alıp kendine mi benzetiyor?
Uzaydaki bir kara delik gibidir o. Bütün nesneleri, ışığı bile çekip içine alır. İstanbul’un hem cenneti, hem cehennemi, daha çok da mahşer yerini andıran evrenine bir düşen oradan çıkamaz. Çıksa da, İstanbul artık onun içine girmiştir, kimse kendi içindeki İstanbul’u söküp atamaz.

Kimin peki bu İstanbul? Kapitalizmin mi, nostaljinin mi, bilemiyorum edebiyatın mı?
Herkesin bir İstanbul’u var. İnsanlar arasında gibi görünen rekabet veya işbirliği bir yanıyla bu “kapitalizm” “nostalji” “edebiyat” denen yapılar arasındadır. İstanbul hem kültürel, hem politik bir bedendir. Hem düşünür, hem de hisseder. Hem acı çeker, hem de umut eder.

Mutlu sonlara inanır mısınız? Üç roman yazdınız, kişisel deneyimleriniz var ve ister istemez bir dünya ve kader çizgisi belirliyorsunuz karakterlerinize…
Mutlu sonlar bu dünyada az, belki İstanbul’da daha da az. Çoğalsın diye çabalarız. Ekmek almaya giden çocuklar ölmesin, kızlar taciz edilmesin, güzelim bir kent paradan başka bir şey doğurmayan binalarla mahvedilmesin… bir de yoksulluk son bulsun, bir de ayrılanlar kavuşsun… bu mutlu son için gayret ederiz.

Son soru, İstanbul İstanbul, size ne hissettirdi? Yazarken, tasarlarken veya bittiğinde…
İki ayrı uzaklığım vardı İstanbul’a. Orta Anadolu bozkırındaki küçük bir köyde annem gaz lambası ışığı altında masallar anlatırken, bazen İstanbul diye bir yerden söz ederdi. Biz çocukların gözünde bir masal kentiydi o. Çok uzaktı. Sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a geldim. Önce sarsıldım, sonra bağlandım. Onun yeraltındaki hücrelerine kapatıldığımda, oradaki herkes gibi yer üstündeki İstanbul’u düşündüm. Yukarıda, geniş, kaotik ve büyüleyici… Geçmişte ve şimdi benim İstanbul’da bir anlamım yok belki, ama İstanbul’un bende büyük bir anlamı var. İstanbul İstanbul romanında, masal ile gerçek, uzak ile yakın, acı ile mutluluk arasındaki kopmaz bağları sözcüklerle örmeye çalışırken, o anlamın soluğunda dolandım.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

İstanbul İstanbul – Burhan Sönmez
İletişim Yayınları