Hasan Ali Yıldırım

Dünya çapında en çok okunan insan zihninin ürünü ilk kitap Das Kapital. Sistem sahibi son filozofun şaheseri. İkincisi ise Antoine de Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i.

Ne kadar kadını, adamı ve çocuğu öldürdüğü ve bunun acısını yüreğinde nasıl taşımaya çalıştığı belirsiz bir savaş pilotunun çocuklar için yazdığı ve biricik arkadaşının çocukluğuna adadığı Küçük Prens, ilk bakışta çocukluğa duyulan hasretin yakıcı şiiri izlenimini uyandırmakta. Fakat dünyanın en çok satan çocuk kitabı Küçük Prens, sanıldığı gibi, yalnızca şairane ve masum bir çocukluk hasretinin ürünü mü yoksa asıl yetişkinlere seslenen, dahası değişik yorumlamalara açık, çokanlamlı bir metin mi?

Kitap bir çocuğun çocuklarla hasbihâli tarzında. Kitabın açılış sahnesi, zamane çocuklarının zekilerinin zevkine seslenen doğa belgeselleri kıvamında: Bir boa yılanının bir fili yutmasının ve altı ay boyunca ağır ağır hazmetmesinin tasviri… Bizzat yazar tarafından çizilen bu tasvir, tuhaf bir biçimde, bir fili hazmetmeye gayret eden bir boa yılanından çok, bir şapkaya benzemektedir. Peki kime göre? Elbette büyüklere!

İki dünya arasına çıkmaz kalemle çizilmiş devcileyin bir çizgi.

İki Düşman Dünya

Büyükler anlasın diye anlatıcı-yazar aynı konuyu tekrar çizer ve bu kez şapkanın içindeki fili açık eder. İki önemli şey söyler bize böylelikle:

1– Zahir, gerçeği ancak kısmen gösterebilir.

2– Büyükler bir şeyi ancak açıklayınca anlar.

Yani kitap daha ikinci sayfasında, evelemeden-gevelemeden bizi o büyülü dünyasına çekmeye girişir ve tıpkı gündüzü övmek için geceye sövme ihtiyacı hisseden şair gibi çocukluğu yüceltmek için yetişkinliği cüceleştirir.

Anlatıcı uçağıyla tek başına gezen, yapayalnız bir “çocuk”tur. Her şeyi tek başına ve kendince yapmaya alışmıştır yazık ki. Yani başkalarına (başka bir ifadeyle büyüklere…) ihtiyaç hissetmeden yaşar. Büyüklerle arasına kocaman bir mesafe koymuştur. Üstelik bu mesafeyi açan, ilkin yetişkinlerdir: “Okyanusun ortasında sal üstünde kalmış bir gemiciden daha yalnızdım.”

Ne ıstırap verici bir yalnızlıktır bu.

Ve aynı oranda sari.

Gel de Çocuk Kalma

Nihayet anlatıcı, çölün ortasında Küçük Prens’le tanışır. İkisi gayet güzel anlaşırlar çünkü biri öbürünün handiyse ruh ikizidir; başka bir ifadeyle varolmayan kardeşi…

Fakat hemen şunu kavrarız: Küçük Prens, anlatıcıdan da küçüktür; küçülmüştür belki. Zaten yaşadığı gezegen, bir evceğiz kadar bir yer değil midir?

27 bölüm boyunca Küçük Prens yetişkin dünyasına kendine özgü bir tarzda bakar; tepeden. Çocukça bir küstahlıkla. İşin tuhaf tarafı, aynı oranda sevecen de.

Özellikle birbirinden farklı altı gezegene seyahat süresince büyüklerin dünyasına yönelik eleştirinin düzeyi artar; kendince haklılık payı da. Yetişkinlere özgü hayat tarzının, dünyaya bakış alışkanlıklarının sarakası… Handiyse altı farklı insan tipine odaklanarak üstelik. O üst düzey edebi dili unutmak kabil mi? O şiir sihrini.

Kim Büyümek İster?

Yakından bakmayı deneyelim:

İnsanın büyüme serüveni, aynı zamanda bir yabancılaşma süreci değil midir? Hem de çifte yönlü. Büyümek, bir yönüyle çocukluğuna mecburen yabancılaşmak demek, öbür yönüyle de içeride hep aynı kalan (belki de kalması gereken) çocuğun, kendi büyümüş hâline yabancılığının günbegün artması demek… Çünkü büyümek, küçüklükten uzaklaşmak anlamına geldiği kadar küçüklüğe bitimsiz bir özlem duymak da demek. Bir daha kavuşulamayacak o eski, tatlı günlere dönememeyi derin bir kayıp hissiyle kavramak… Ağıt yakılası denli büyük bir kayıp. Farkında olsak da olmasak da böyle bu: Büyüdükçe içimizdeki çocuktan uzaklaşırız; içimizdeki çocuk, “Aport!” emrini bekleyen bir Labrador gibi her fırsatta bize koşmaya hazır beklerken hem de.

O yüzden insanın (sağlıklı bir insanın mı demeliyim?) yetişkinliğine aldırmadan çocukluğuyla ilişki kurması için fırsat kollaması, insanlığının bir gereği… Hele bir de içinde koruduğu çocukluk imgesi yıpranmamış bir çocukluk anlamı (=değeri) taşıyorsa. Bazen insan, çocukluğunu keşfe çıkmakla yetinmez, orada kendi iç çocukluğuna temas edebilir bile. Nasip bu. Tıpkı anlatıcı naif pilotun, yapayalnızken çölde Küçük Prens’e tesadüf etmesi, (evet, düşlemlemesi…) gibi.

Peki insan çocukluğuyla ilişki kurduğunda aslında ne yapmış sayılır? En geniş anlamıyla çevresinin ona dayatmalarını sorgulayacak aşamaya ulaşır, çarpıtmaların ayırdına varır. Deyim yerindeyse kişi, yetişkinleşirken bozulmamış kalan yönüyle, hatta travmatize olmamış özüyle karşılaşır. Daha doğrusu, karşılaşma fırsatı yakalayabilir.

Demek ki çocuklukla kurulacak sağlıklı bir ilişki sonrasında kişinin büyüme serüveni restore edilebilir. Burası önemli.

Onun da mı Sendromu Varmış?

Ne ki bir de Küçük Prens Sendromu var: Çocukluğu sakıncalı bir biçime evrilecek oranda idealleştirme… Hiç büyümek istememe. Büyümek istemeyen yetişkinin geliştirdiği direnç…

Büyümek istememek mi? “Olur mu öyle şey!” demeyin; Teneke Trampet’in Oskar Matzerath’ını hatırlayın.

Ve belki de kısmen Küçük Prens’i.

Evet, tıpkı Oskar Matzerath gibi Küçük Prens de modern dünyanın, ruha hiç de huzur vermeyen dayatmaları, iç karartan tuzakları, kişiyi kendisine yabancılaştıran mekanizmaları karşısında, insanın kendi içindeki sağlıklı çocuğu, o masumiyet yüklü çocukluğu devreye sokmayı deniyor. Fakat Oskar, Küçük Prens’ten farklı olarak büyümeyi reddederek, modern yaşama dizgesi kadar yetişkinler aleminin mürailiklerinden de kaçmak için kendini içinde bulunduğu hâle, çocukluğa, kendi çocukluğuna hapsediyor. Küçük Prens ise daha derin, daha çetrefilli ve çok daha sıkıntılı bir yolu tercih ediyor; üstelik çok daha zor teşhis edilebileni: Sağlıklı çocuk dünyasını devreye sokmaya çalışırken, o dünyanın idealizasyonunun esiri hâline gelmek.

Kişinin nispeten sağlıklı (veya sağlıklı saydığı) çocukluğunu ebedi kılma arzusu, aslında sorunlu bir tavır da barındırmakta. Çünkü içimizdeki çocuk, bizi iyileştirebileceği kadar kendi küçük dünyasının girdabına hapsetmeyi deneyebilir de. Unutmayalım, ne denli korkular, pişmanlıklar, hayal kırıklıkları, üzüntüler ve acılar barındırırsa barındırsın çocukluk, yetişkin gözüyle bakıldığında bütün menfi yönlerinden arındırılmış, bütün kirleri çıkarabilecek tarzda unutmanın hamamında defalarca yıkanmış, aşırı sembolikleştirilmiş, yaşanılası müstakbel cennet idealini, yaşanmış geçmiş cennet hatırasına dönüştürebilecek bir potansiyel barındırır.

Çünkü ne kadar iyi, ne oranda güzel, ne kıvamda şirin olursa olsun çocuk, çocuktur. İçimizdeki de, dışımızdaki de. Bilgeliği bir çocuktan öğrenmeye kalkmak temayülü size de sakat gelmiyor mu?

Şiir Yüklü Nesir

Antoine de Saint-Exupery geçen yüzyılın tam başında bir kontun oğlu olarak dünyaya gelir. Ne ki henüz 4 yaşındayken babası ölür. Belki de ölen babanın yerine Hristiyani bir oğul-tanrı koyamamanın ıstırabını hafifletsin diye içindeki çocuğu, çocuk-tanrıya taşımayı tercih etti. Belki de içinin derinliklerinde arayıp da bulamadığı o çocuğa rastlama ihtimalinin hatırına pilotluğu seçti ve gökyüzünün mavi derinliklerinde biteviye yine onu aradı.

44’ündeyken bir gece uçuşuna çıktı ve simsiyah gökyüzünün kasvetine gark olmayı tercih etti. Belki de içindeki çocuğu, Küçük Prens’i bulamayacağını kabullenmişti.

Bizzat yazarın cümlesi: “Hayat bize bütün kitaplardan çok daha fazlasını öğretir. Kitabın tersine hayat bize direnir çünkü. İnsan ancak karşılaştığı engelleri aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir.” Belki de Saint-Exupery’nin mottosu bu. Handiyse inkâr edilemeyecek bir motto izlenimi vermekte hatta.

Öyleyse Saint-Exupery’nin dönüşsüz gece uçuşunu nasıl yorumlayalım? Kendini tanıma gayretiyle karşılaştığı engelleri aşamadığı için mi bitimsizleşti o uçuş, yoksa aşmak için tercih ettiği içindeki çocuğa yöneldiğinde o çocuk tarafından bitimsiz esarete mahkûm bırakıldığı için mi? 

Arka Kapak dergisi 17. sayı