Cem Uğur, ilk kitabı olan Barbarlar Zamanı’nında bir coğrafyanın acılarını, derin bir tarihsellik içinde aktarıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitapta, yöreye dair zulüm hikâyelerinin yanı sıra polisiye bir vakanın da izi sürülüyor. Yazarın “sonuçta hep aynı acı” dediği duygu ve olayları edebiyatla nasıl birleştirdiğini konuştuk.

Söyleşi: Onat Özlü

Kitabınızda bir uzun hikâye, bir de bu hikâyenin bölümleri arasında kısa hikâyeler anlatıyorsunuz. O coğrafyada yaşanan acı olayların çokluğunun tezahürü mü bu?
Öyle de yorumlanabilir. Dersim’de 1938 olaylarından önce ve sonrasında da birçok acı yaşandı ve hâlâ yaşanıyor. 90’lı yıllar ayrı bir karanlık tablodur o coğrafya için. Şimdi bile o bölgede bir yandan 1938 yılında yaşananları anlatan türküler, hikâyeler, ağıtlar varken diğer taraftan başka bir hayatın mümkün olduğunu haykıran devrimci şarkılar da vardır. Her biri ayrı bir hikâye ama sonuçta hep aynı acı.

Bugün yaşananları anlattığınız uzun hikâyeniz, sanki yüz yıllar öncesinin hikâyelerinin devamı gibi. Yine aynı durum devam ediyor. Böyle bir tarihsel bağ kurulabilir mi?
Evet kurulabilir. Acının biçimi değişti sadece, özde o coğrafya acılarını yaşamaya devam ediyor hâlâ. Dün nasıl bir soykırım vardıysa bugün de ekolojik anlamda bir soykırım var. Barajlar, orman yangınları bölge için büyük bir tehlike. Kısacası iktidarın bakışı pek değişmedi. Çünkü Dersim’in duruşu her zaman iktidar için sorundu, hep bir çıbandı orası.

Her bölümün başında bir epigraf var. Yaptığınız okumaların yazdıklarınıza etkisi nedir? Yahut, tersten sorarsam, bu olayları anlatmak için özel olarak okumalar yaptınız mı?
Benim edebiyat anlayışımda toplumsal sorunları, kıyımları ve acıları anlatmak önemli bir yer tutar ama o acıları nasıl anlatacağım sorusu en az ilki kadar değerlidir. Gerçek edebiyatın bu uyumdan doğduğuna inanırım. Yani ne anlatayım ve nasıl anlatayım sorusu. Nedense bu iki soru hep bir çatışma içindeymiş gibi anlatılırdı. Oysa aralarında çatışma değil uyum var. Eğer bu uyum yakalanırsa iyi bir edebiyat olacağına inananlardanım. Özel olarak o dönemdeki gazetelerin bölgeye dair haberlerini ve o dönem yazılmış raporları okudum. Raporlardaki ve haberlerdeki imgeler bu romanın çıkış noktası oldu dersem yanlış olmaz. Bir de elbette Edward Said’in, “Sömürü başlamadan önce imgeler dolaşıma girer,” sözü roman boyunca hep aklımdaydı. Madem önce imgeler dolaşımdaydı ilk başta imgeleri ters yüz etmek gerekiyordu. Ara hikâyelerde böylesi bir uğraş vardır. Bir de dünya edebiyatında ve Türk edebiyatında özel olarak roman yazarlarının yaşanmış acıları nasıl anlattığına, yazarların nasıl bir dil kullandıklarına baktım. Le Clezio, M. Vargas Llosa, Şolohov, Mahmud Derviş, Remarque, Hemingway, Heinrich Böll ve elbette Yaşar Kemal.

Tarihsel olayları bırakıp kitabınıza, kurmacaya geçelim biraz da. Başkarakteriniz İbrahim, öyle bir ortam var ki, kendi arkadaşının nasıl öldürüldüğünden bir türlü emin olamıyor ve roman boyunca bununla cebelleşiyor. Ne dersiniz İbrahim için?
İbrahim öğrenciyken devrimci faaliyetlerin kıyısında bulunmuş birisi. En yakın arkadaşını ölümüyle birlikte boşluğa düşüyor. İnançlı ve umutlu biri gibi görünüyor ama kararsız ve korkak birisi aynı zamanda. İbrahim’in arkadaşının ölüm sebebinden bir türlü emin olamamasının tek nedeni arkadaşının yaşadığı bölgeden kaynaklanıyor. O dönemdeki birçok ölüm şüpheli çünkü ve elbette arkadaşının büyük değişimi de kendisini kararsız bırakıyor. Yaşadığı bu kararsızlık yüzünden arkadaşının yaşadığı şehre geliyor ve öğrendikleriyle büyük bir yıkıma uğruyor.

Bir de hep İbrahim’in yanında duran Ceren var. Nasıl bir karakter Ceren? Yörenin diğer kadınları gibi mi, yoksa farklı özellikleri var mı?
Yörenin kadınları gibi savaşa tepkili ama birebir yaşadığı şiddete kadar. Savaş en çok çocukları ve kadınları yaralıyor. Ceren de bir yanıyla hâlâ çocuk. Ondan sonrası belki de şiddet gören her kadın gibi biraz dilsiz, travmatik, tedirgin.

Gerçekten yaşamış, fakat sizin onları kendi kurmacanız içinde yoğurduğunuz karakterler de var. Bu karakterleri neden seçtiniz ve onları metniniz boyunca nasıl inşa ettiniz?
Karakterlerin her biri acıların bir yerinde duruyor. Eğer bir dönemi anlatmayı istiyorduysam sonuçta o dönemi “insan” üzerinden anlatacaktım. Sadece romanın geçtiği coğrafyaya yakıştırılan umut, aşk, inanç ve kararlılık gibi duygular, tavırlar değil; aynı zamanda bu duyguları tamamlayan korku, ihanet, inançsızlık gibi duygulara da yer olmalıydı. Bu şekilde olmanın daha bütünleyici olduğuna inandım. Romanın ilk bölümünü yazmaya başladığımda sonunun nasıl olacağını bilmiyordum. İhanet daha sonra ortaya çıktı. Yazarken karakterlerimi bir kalıba sokmadım; onları çoğu zaman özgür bıraktığımı söyleyebilirim. Karakter karakteri, olay olayı ve acı acıyı doğurdu…

Son olarak, kitabınızda Pessoa’dan yaptığınız alıntıyla bitirelim: “Rahat bırak beni odamda tek başına / Aşağılık bir yer bu dünya” Bu epigrafı biraz açabilir misiniz?
Ölüm, intihar ve anlamsızlıkla ilgili epigraflar kurmacaya göre bir diğer karakterin tuttuğu defterden alınmış. Ve o karakterin ruh halini anlatan sözler bunlar. Camus, Kafka ve Dostoyevski’den de epigraflar var. Ama onun ruh halini en iyi anlatan söz Pessoa’nın. Pessoa da bildiğiniz gibi modern dünyanın bütüncül kimliğine karşı durmuş ve bu baskıya karşı bir kimlik karmaşası yaşamış bir yazar. “Gerçek Pessoa hep bir başkasıdır!” derler. Kimi zaman umutlu, kimi zaman umutsuz ama kesin ayrımlara ve tanımlara gelemeyecek biri. Ne o ne bu, hem o hem bu. Pessoa’nın sözünü defterine taşıyan karakterde bir kimlik karmaşası yaşıyor. Elbette romandaki karakter Pessoa’nın sözünü daha somut hissediyor, onu rahat bırakmayanlar yaptıkları yüzünden kendisi olduğu kadar, şehirdeki polis şefidir örneğin.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Barbarlar Zamanı – Cem Uğur
İletişim Yayınları