Kaan Murat Yanık

Yasunari Kavabata, Japon edebiyatının en Japon yazarı. Otoriteler, okurları ve onu anlamakta zorluk çektiğini saklamayan Batı kamuoyu, Kavabata’yı tam olarak böyle nitelendiriyor. Dünyanın dikkatini Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Japon yazar olma vasfıyla çekmiş olan Kavabata, ruhun derinliklerinden yükselen esrarengiz hislerden rengârenk ama görünmez yelpazeler yapan, 20. yüzyılın şüphesiz en büyük yazarlarından.

Babasını iki yaşındayken kaybetmesinin ardından, buluğ çağına erişinceye kadar ailesinden dört bireyi daha yitirmesi sonucunda, kendi ifadesiyle mutlak yalnızlığa ve köksüzlüğe mahkûm olmuş ki bu durum Kavabata’yı hep eksik bir adam yapmış. Tüm bunlara bir de erken doğmuş bir bebek olmanın getirdiği, ölene kadar devam edecek psikolojik ve fizyolojik sendromlarını da dâhil edersek Kavabata, esasında yazar olmanın yanı sıra anlattıklarını yaşamış pek talihsiz bir roman kahramanıdır.

Çekirdek ailesinin neredeyse tamamını kaybettikten sonra, on sekiz yaşında Tokyo’ya gidene kadar Kuzey Osaka’daki annesinin akrabalarının yanında yaşamış. Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ne girmesiyle birlikte edebiyata ve folklora olan alakası iyiden iyiye artmış. Üniversitenin devasa kütüphanesinde birçok medeniyetin mitlerini araştırma imkânı bulmuş. Elbette Japonların Şinto destanı ve diğer mikro mitleri üzerinde diğer milletlerin mitoslarına nazaran daha çok kafa yorduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Zira Japon mitoslarından devşirdiği pek çok terkibi ve düşsel imgeyi özellikle Dağın Sesi isimli romanında görmek mümkündür.
Kavabata’nın modern edebiyatı kavrayışında Rus edebiyatının, bilhassa Gogol’ün tesiri büyük olmuş. Yine bu yıllarda siyasi anlamda komünist görüşlere karşı mücadele veren muhafazakâr gruplara yakın durmuş. Üniversiteden sonra gazeteci olarak çalıştığı dönemlerde, dünyayı ve dahi Japonya’yı kasıp kavuran 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı ve etkilerini yakından takip eden Kavabata’nın bu dönemde şahit olduğu olayların izine eserlerinde rastlıyoruz. Bilhassa Hiroşima’nın başına gelenlere felaketin ardından şahit oluşu, marazi denecek bir ağırlıkta onun ruhunda tahribata yol açmıştır. Bu durumun yıkıcı etkileri onu, Yukio Mişima gibi intihara sürükleyene dek devam etmiştir. 1968 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nün rüzgârıyla kitapları onlarca dile çevrilen Kavabata, işlediği temler ve bu temleri işleyiş biçimi ile Uzakdoğulu yazarlar içinde çok özgün bir isim olarak kabul ediliyor.

Kavabata’yı diğer Japon yazarlardan ayıran özellik, birçok kavrama bakış açısında yatıyor. Söz gelimi Klasik Japon Edebiyatı’nın vazgeçilmez unsurları olan tabiat ve ölüm, onun kitaplarında esas olayı kavratmak için bir araç değil bizatihi amaç konumundadır. Kavabata, tesis ettiği alt ve üst kurmacaların etrafını akıştan bağımsız parçalarla çevirmiş; çiçekleri, ağaçları, dağları, kuşları hülasa doğanın benliğini ve ölümün etrafında dönen dünyayı, etkisinde kaldığı zen felsefesi ile izah etmeye çalışmış, bu bağlamda doğanın özü ile kendi ruhu arasında metafiziksel olarak addedebileceğimiz bir idrake ulaşmayı amaçlamıştır. Aşkı ise tabiatı ve ilkel benliği manalandırmak için bir vasıta olarak görmüştür. Kısa öyküleri ve romanlarında kullandığı yoğun erotizmle “Freudyen” olarak tanımlayabileceğimiz bir maddi aşk olgusunu öne çıkarmıştır. Gelenek- modern, doğu- batı, birey- toplum gibi ikilemlerle beraber, eserlerindeki birçok bölümü teşkil eden ve bunu irdelemekten büyük haz duyduğu ölüm ve hayat çatışmasını derinlemesine ele almıştır. Ayrıca yaşlı adamların genç kızlara duyduğu aşk muhtevasının üstüne de saplantı derecesinde eğilmiş, modernizmi bir yozlaşma olarak telakki etmiş, değişen aile yapılarını, yok olan Japon âdetlerini sorgulamıştır.

Melankolik lirizmin temsilcisi olarak kabul edilen Kavabata, onu edebiyat dünyasına kabul ettiren İzu Dansözü öyküsünün ardından; Karlar Ülkesi, Bin Beyaz Turna, Kyoto, Go Ustası, Uykuda Sevilen Kızlar, Kiraz Çiçekleri, Dağın Sesi gibi ses getiren eserlerinin yanı sıra “avuç içi öyküler” diye tanımladığı yüzlerce kısa öykü kaleme almış, yoğun fakat kullandığı dil itibariyle sade bir (haiku) üslubu benimsemiş; tarihe, geleneksel Japon kültürünü var eden ritüellere, figürlere, imajlara sonuna kadar sadık kalmıştır. ABD’de dersler verirken Çin Kültür Devrimi’ne ve dünyadaki komünist hareketlerin tümüne karşı reddiye babında düşünce yazıları da kaleme almıştır.

Arka Kapak dergisi 31. sayı