Barış Tut

Tutunamama olgusunun fikir babası Oğuz Atay, tutunamayanların ya fazlasıyla acele ettiklerini ya da çok geç kaldıklarını belirtir. Tutunamayanların anavatanı da daha nice cevheri keşfetmekte geciktiği gibi, Claude-Lévi Strauss’a yaklaşmakta hayli geç kalmıştır. 1955 yılında gün ışığına çıktığında Batı’nın ben-merkezci kültür anlayışını altüst eden, olağanüstü dil kullanımıyla bir edebiyat şaheseri olarak da nitelendirilebilecek Tristes Tropiques, Türkiye’deki okurlara Hüzünlü Dönenceler adlı çevirisiyle tam 39 yıl sonra ulaşabildi. 1962 yılında yayımlanan Pensée Sauvage (Yaban Düşünce), insani bilimlerde tümden yeni ufuklar açmasına, “ilkel” olarak adlandırılan toplulukların mitolojisi ve toplumsal düşüncesinin zenginliğini yok sayan kültür açıklamalarını/tanımlamalarını yerle bir etmesine karşın, memleketin “kültür sahnesi”ne yine 38 yıllık bir gecikmeyle adım atabildi. Son beş yıllık süreçte Metis Yayıncılık’ın girişimiyle ve özellikle İmge Kitabevi’nin Yapısal Antropoloji’yi yayımlamasıyla Claude Lévi-Strauss okurun ulaşabileceği bir uzaklığa geldi.

Bu satırların yazarı da, üzerinde yaşadığı toprakların “tutunamayan” ikliminin etkisinde, Claude Lévi-Strauss’la görece erken bir dönemde, üniversite yıllarında karşılaşmasına karşın, onu keşfetmeye girişmek için kırklı yaşlarının başını bekledi. Lévi-Strauss bir kuyrukluyıldız gibi yaşamımın belirli dönemlerinde görünüp kayboldu zihin perdemden. Her belirişinde daha yakından, daha parlak geçişlerle zihnimdeki perdeleri hareketlendirdi. Sonunda, kırk yaşında kalkıştığım Paris’teki müzebilim yüksek lisansı sırasında antropoloji dersimizin yeterlilik sınavında kuyruğuna takıldım o parlak yıldızın.

Yüz bir yıllık ömrüne kelimenin tüm anlamlarıyla birkaç yaşamı sığdıran Lévi-Strauss’un yazıyla kurduğu ilişkinin, daha doğrusu yazıyla kurduğu evrenin büyüsüne ancak onun bir yapıtını çevirirken kapıldım. Everest Yayınları’nın kaptanı Cem İleri bir yıl kadar önce Claude Lévi-Strauss’un bir kitabını çevirmemi istediğinde, içimden yükselen coşku ve heyecanla uçsuz bir keşif yolculuğuna çıkacağımı seziyordum. Bunun düpedüz metafizik bir yolculuk olduğunu o anda bilemezdim elbette.

Kapımı çalan kitap, L’autre face de la lune – Écrits sur le Japon (Ayın Öteki Yüzü – Japonya Üzerine Yazılar), 1979-2001 yılları arasında yazılmış, daha önce yayımlanmamış ya da kimi zaman yalnızca Japonya’da basılmış bilimsel yayınlardaki çeşitli yazıları ilk kez bir araya getiren bir toplamdı. Kitapta ilkin Lévi-Strauss’un Japonya’ya duyduğu muazzam aşkla karşılaştım. Sosyal antropolojinin kurucusu, modern zamanların belki de en etkileyici düşünürü, bu aşkın kökeninin çocukluğunun ilk yıllarında ressam babasının eve getirdiği Japon oymabaskılarına dayandığını dile getiriyordu: “Başka hiçbir etki entelektüel ve ahlaki gelişimime Japon uygarlığı kadar erkenden katkı sağlamamıştır (…) On yedi ya da on sekiz yaşıma dek, elime geçen tüm parayı oymabaskıları, resimli kitapları, kılıç ve kılıç saplarını, bir müzede sergilenmeyecek nesneleri (çünkü olanaklarım yalnızca mütevazı yapıtları alabilmekle sınırlıydı) toplamaya harcadım, ancak bu nesnelere saatlerce dalıp gidiyordum, bunun da nedeni –bir Japonca harfler listesi kuşanarak– epey gayretle başlıkların, resimaltlarının ve imzaların sırrını çözmekti… Tüm çocukluğumun ve ilkgençliğimin bir bölümünün Fransa kadar, hatta daha da fazla, Japonya’da geçtiğini de söyleyebilirim, hem kalben hem de fikren.”

Ne var ki Claude Lévi-Strauss aşkla bağlı olduğu Japonya’ya ilk kez ancak 69 yaşında gidebilmiştir. Seksen yaşına gelip geride beş Japonya yolculuğu ve birkaç aylık gözlem bıraktığında, “içine doğmadığı, aralarında büyümediği başyapıtların ve teknik işlerde ya da evlerde kullanılan nesnelerin kültür içindeki yerlerini tanıma ve işleyişlerini gözlemleme fırsatına hayli geç bir zamanda erişebilmesine” hayıflanır.

Bununla birlikte, kitapta Lévi-Strauss’un Antik Japon uygarlığından günümüz kültürüne uzanan bir yelpazede, mitlerden dünyanın ilk romanı kabul edilen Genji’ye, Jomon çömlekçiliğinden türlü çeşitli Japon mutfaklarına ve sofra düzenlemelerine ilişkin baş döndürücü derinlikteki bilgisi ve bakışıyla karşılaşırız. Her seferinde, Japon dilini bilmediğini ve çok kısıtlı sürelerde gözlem yapabildiğini usanmadan vurgular saygın düşünür.

Kitabı okuma süreci, bütün iyi kitaplarda yaşanana koşut bir deneyim sundu bana. Ancak çeviriye başlamamla birlikte önceki çalışmalarımda rastlamadığım bir serüvenin içinde buluverdim kendimi. Claude Lévi-Strauss, yaşamının son yıllarında kendisiyle yapılan bir söyleşide, yazdığı her cümleyi hiç istisnasız en az on kez silip, yeniden kurduğunu anlatmıştı. Kendini bütün bütüne düşünceye ve yazıya adamadan çok önce bile Strauss’un yazma eylemini bu mükemmeliyetçi yaklaşım biçimlendiriyordu.

Yanı sıra, henüz 1941’de Nazi işgali altındaki Fransa’dan kaçmayı başarıp sığındığı New York’ta, özellikle Rus dil kuramcısı Roman Jacobson ve İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure ile yaptığı görüşmelerin sonucu olarak dilbilimdeki “yapısal” terimini antropolojiye taşıyıp uyarladı. Ona göre dilbilim insani bilimlerin bir dalı, aynı zamanda da bir doğa bilimiydi ve psikoloji ve nörolojiyle doğrudan bağlantılıydı. Dildeki dönüşümlerin yeni sözcükler oluşturmasını inceleyerek, o dilin sağladığı araçları kullanarak dilin değişmez özelliklerinin anlaşılabileceğine inanıyordu Lévi-Strauss. Dili kavrayışıyla onu düşünce evreninin göz kamaştırıcı mimarisinin yapı taşı olarak kullanmaya başladı. Doğru, dil yaşayan bir organizmaydı ama o “varlığı” duyumsatmadaki, düşüncesini tüm berraklığıyla, kayıpsız aktarmadaki ustalığı benzerine az rastlanan türdendi.

Lévi-Strauss’un metnini çevirmeye başlar başlamaz onun oluşturduğu dil enerjisinin çekimine girdim – kuyrukluyıldızla yolculuğun olağan bir hali olsa gerekti bu. Nasıl ki her bir sözcüğü defalarca tartıp, biçip, silip, yeniden yazıp, değiştirip ona son halini vermişse, çevirmeni de aktardığı dilde neredeyse kendi iradesinden bağımsız diyebileceğim bir biçimde sözcükleri yeniden yeniden seçiyor, değiştiriyor, en uygun olduğunu hissettiği karşılığı kimi zaman günlerce arıyordu. Bu durum, metnin fazlasıyla araştırma, destekleyici okuma gerektiren yapısından kaynaklanmıyordu. Üstelik okurken son derece rahat anlaşılan kimi cümleler, yeniden üretim-aktarım aşamasında bilmecemsi bir yapıya bürünüyordu.

Bazı günler yalnızca küçümen bir paragraf çevirmenin tuhaflığıyla çalışmamı noktalıyordum. Zamanla akışa, Lévi-Strauss’un dilinin aurasına, düşünce evreninin incelikli örgüsüne teslim olmayı becerdim. Kültürleri, insanlığın koskocaman yeryüzü serüvenini anlayabilmek ve eriştiği anlamı aktarabilmek için çabalamış düşünürün yarattığı metinler başka dillere sanki kendi bilinçleriyle geçmek ister gibiydiler. Bunu fark edip deneyimlemek soluğumu kesti, kesiyor.

180 sayfalık kitabın çevirisi tamamlanmadı hâlâ. Kimi zaman tüm sözcüklerini olası tüm anlamlarıyla bildiğim bir cümle bilinmeyen bir dilde yazılmış gibi görünüyor gözüme. Telaşa kapılmadan, dikkatimi dağıtmadan cümlenin bana bir kapı açmasını, kendisine doğru bir geçiş olanağı sunmasını bekliyorum. Bildiğim sözcükleri farklı bağlamların yer aldığı özel sözlüklerde arıyorum. Sözlükler olmazsa olmazı ya çevirmenin, bu çalışmada daha çok bir liman işlevi görüyorlar bana. Ketum cümlelerin hiddetinden sığındığım bir liman.

Sonra, birdenbire anlam uç veriyor cümlenin aşılmaz taş duvarlarından. Usulca takılıyorum peşine. Cümleyi bilgisayara geçirdiğimde, geri dönüşlere, arayışlara, düzeltmelere koyulduğumda artık o anlamın zihnimde olmasının rahatlığıyla ilerliyorum. Cümle tamamlandığını duyuruyor her seferinde. Böylelikle geçiyorum başka bir söz incisine.

Ayın Öteki Yüzü’nü çevirirken verili zaman duygusundan uzaklaştım. Metnin aurası başımda, Lévi-Strauss’un dil enerjisi bilincimle durmaksızın etkileşirken Türkçeye dökülüyor sözcükler. Çevirinin bu en güzel yolculuğu hiç bitmesin istiyorum.

Arka Kapak dergisi 25. sayı