Mustafa Özel

Tolstoy, Hz. İsa’yı seviyor, “papaz dini” Hrıstiyanlığı gür sesle eleştiriyordu. İnadına oturup bir de İncil yazdı! Daha doğrusu, eldeki İncil’i kısalttı; papazların ilave ettiğine inandığı tutarsız kısımlarını budadı. Son büyük romanı Diriliş ise din kisvesi altında yürütülen her türlü şarlatanlığa karşı şiddetli bir protesto oldu. Yirminci asra bir yıl kala yayınlanan bu romanın bir benzeri, yüzyıl sonra bile olsa, Hz. Muhammed’i seven ama “şeyh dini” İslâm’ı eleştirebilen bir Türk tarafından yazılabilseydi, Fetö tarzı ihanet ve şarlatanlıklara düçâr olur muyduk?

Romandan, mahkûmlara yönelik bir ayinin tasviri ile başlayalım. Papaz tarafından kesilen ve şaraba batırılan küçük ekmek parçaları Tanrı’nın bedenine ve kanına dönüşüyor. Papaz ekmek parçasını şaraba batırıp ağzına sokuyor. Böylece Tanrı’nın bedeninden bir parça yediği ve kanından bir yudum içtiği varsayılıyor. Bu “yolunu şaşırmış kardeşlerin” huzura kavuşturulması ve doğru yolu bulması için yapılan ayin böylece son buluyor. Ve Prens Nehlüdov isyan ediyor:

“Papazın türlü türlü sözcüklerle överken adını sayısız kez yinelediği İsa’nın, burada yapılanların hepsini yasaklamış olduğu hiç kimsenin aklına gelmiyordu. İsa, din adamlarının bu anlamsız laf kalabalıklarını, ekmek ve şarap üzerinden yaptıkları, dîni küçük düşüren bu büyücülüğü yasaklamakla kalmamış, tapınakları yıkmaya geldiğini ve tapınaklarda değil, içten ve gerçekten tapınmak gerektiğini söylemişti. İsa’nın bedenini ekmek görünümünde yediklerini, şarap görünümünde ise kanını içtiklerini sanan papazların, sahiden de onun bedenini yemekte ve kanını içmekte oldukları, üstelik şaraba batırılmış küçük lokmalar halinde değil, İsa’nın kendisini özdeşleştirdiği ‘küçük insanların’ sadece aklını çelmekle kalmayıp, üstelik onları en büyük iyilikten yoksun bırakarak ve İsa’nın onlara getirdiği iyiliğin müjdesini onlardan saklayıp en acımasız işkenceleri yaparak yemekte ve içmekte oldukları, hiç kimsenin aklına gelmiyor.”


Diriliş
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Çevirmen: Ayşe Hacıhasanoğlu
İş Bankası Kültür Yayınları

İçten uyanmaya başlamış olan Nehlüdov’a göre, papazın inandığı şey, gerçekten de Tanrı’nın bir parçasını yemiş olması değildi. “Bunlara inanmak olanaksızdı. O, bu dine inanmak gerektiğine inanıyordu. Bu dine inanmasının en önemli nedeni, 18 yıldır ailesini geçindirmesini, oğlunu lisede, kızını din okulunda okutmasını sağlayan parayı bu dinin törenlerini yaparak kazanıyor olmasıydı.” Papaz bu nedenle inanıyor olabilirdi; peki ya hapishane müdürü ile gardiyanlar? “Onlar da bu dinin dogmalarının neler olduğunu ve kilisede yapılan şeylerin ne anlama geldiğini hiç bilmedikleri ve anlamaya çalışmadıkları halde, en yüksek yöneticiler ve çar da inandığına göre bu dine inanmanın mutlaka gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç olmasaydı bütün güçlerini şu anda son derece büyük bir gönül rahatlığıyla yaptıkları gibi insanlara eziyet etmek için kullanmaları olanaksız olurdu. Müdür öyle iyi yürekli bir adamdı ki, bu dinde bir destek bulmasaydı asla bu hayatı sürdüremezdi.”

Bir soyluydu Nehlüdov. İsa’nın kendini özdeşleştirdiği “küçük insanların” maruz kaldığı eziyetleri, Katyuşa’nın (Maslova) peşinden hapishane hapishane dolaşırken gözlemlemişti. İlk gençliğinde, kendini “ruhsal bir varlık” olarak gören Nehlüdov, halasının evindeki Katyuşa ile yatmış, sonra eline yüz ruble sıkıştırarak oradan ayrılmıştı. Subaylık eğitimi sırasında onu iyice unutmuş; bu arada kanlı canlı, “hayvansal bir varlığa” dönüşmüştü. Bu değişimin tek nedeni, “kendine inanmayı bırakıp, başkalarına

inanmaya başlamasıydı.” Başkasına inanarak yaşamak kolaydı; bu durumda her şey ruhsal bene karşı hayvansal ben lehine çözüme kavuşturuluyordu.

Tanrı’yı Kaybetmek ve Bulmak!

Katyuşa, o talihsiz olaydan üç gün sonra, Nehlüdov’un gitmekte olduğu haberini alınca, hiçbir şey düşünmeden çılgınca gara koşsa da trene yetişemedi. Ve o korkunç geceden sonra iyiliğe inanmaktan vazgeçti. “Eskiden kendisi iyiliğe inandığı gibi, insanların da iyiliğe inandıklarını düşünürdü. Fakat o korkunç geceden sonra hiç kimsenin buna inanmadığından, Tanrı’dan ve iyilikten söz edenlerin bunu sırf insanları aldatmak için yaptığından emindi.” Tanrı ve insanlarla beraber, kendine inancını da yitiren Katyuşa’nın bebeği ölmüş, geneleve düşerek bir suça karışmış ve Nehlüdov’un da jüri üyeleri arasında bulunduğu jüri tarafından “yanlışlıkla” dört yıl kürek cezasına mahkûm edilmişti. Bu olay Nehlüdov’u sarsmış ve derin bir nefs muhasebesine yöneltmişti. “İçindeki ruhsal insan baş kaldırmış ve haklarını istemeye başlamıştı.”

Vicdan azabı Prens Nehlüdov’u sıkıştırıyor, o da düşüşüne yol açtığı kader kurbanının peşinde hapishane hapishane dolaşıyordu. İçeride, kötü niyetle suça bulaşanlarla, sistem hatası veya yönetici umursamazlığı yüzünden “yanlışlıkla” sürünenler ve ayrıca devlete meydan okuyan “siyasî hükümlüler” vardı. Hepsini inceden inceye gözlemleme, derinden tanıma ve onlar üzerinden hem siyasî, hem de hukukî sistemin mahiyetine nüfuz etme imkânı buluyordu. Bu arada, eğer kabul ederse, Katyuşa ile evlenmeye hazırdı. “Tanrım bana yardım et, akıl ver, içime gir ve beni her türlü pislikten arındır!”

Nehlüdov, Katyuşa’nın peşinden gitmeye karar verince hayat tarzını değiştirmeye, mesela konağını kiraya vermeye ve daha az masraflı yaşamaya karar verdi. “Bahçeden geçerken ne kadar çok eşyası olduğu ve bunların hepsinin de kesinlikle işe yaramaz şeyler olduğunu görüp hayret ediyordu.” Bütün samimi çabalarına rağmen, Katyuşa ondan uzak durdu. Ufak tefek yardımlarını geri çevirmedi; fakat evlilik teklifini reddetti. “Bu dünyada benden faydalandın, öbür dünyada da yine benim sayemde kendini kurtarmak istiyorsun!”

Katyuşa’yı kurtarmaya çalışırken, elden geldiğince “içerideki masum çaresizlere” destek oluyordu Nehlüdov. Bu yüzden sık sık uyarılıyordu, pek tabii. Tehlikeli insanlardan uzak durmasının kendi menfaatine olacağı hissettiriliyordu. “Onlar tehlikeli de bizler tehlikeli değil miyiz? Aslında şu çocuğun sıradan bir insan olduğu ve sırf bu tür insanları yaratan koşullar içinde bulunduğundan bu hale geldiği besbellidir. Bunun gibi çocukların olmaması için bu talihsiz yaratıkların oluştuğu koşulları ortadan kaldırmaya çalışmak gerektiği de apaçık ortadadır. Bunları yaratan kurumlar hangileridir? Fabrikalar, atölyeler, meyhaneler…”

Halkın sefaleti karşısında kendi sosyal konumundan da utanç duymaya başlayan Prens Nehlüdov, topraklarını köylülere dağıtmak ister. Henry George’a tutkundur: “Toprak, mülkiyet konusu olamaz, tıpkı su gibi, hava gibi, güneş ışınları gibi alım ve satım konusu yapılamaz. Herkes toprak üzerinde ve toprağın insanlara sağladığı şeyler üzerinde eşit haklara sahiptir.” Prens’in sıradan bir arabacıyla konuşması, 19. yy ikinci yarısının Rusya’sında meydana gelmekte olan büyük iktisadî dönüşümü çok iyi özetliyor. Arabacı, insanların köylerini terk ederek şehirlere doluşmasından şikâyetçidir:

Bu milleti kente akın akın getiren şey hırstır. Her yere öyle bir doluşuyorlar ki, felaket.

Neden köyde kalmıyorlar?

Köyde yapacak bir şey yok ki. Toprak yok.

Kiralanamaz mı peki?

Beyler mallarını satıp savdılar. Hepsini tüccar ele geçirdi. Onlardan alamazsın, kendileri çalışıyor. Bizim köyün sahibi bir Fransız, eski beyimizden almıştı köyü. Kiraya vermez.

Adı ne?

Düfar diye biri… Büyük tiyatroda oyunculara peruk yapar. Güzel işi var, zengin olmuş. Bizim hanımın bütün mülkünü satın aldı. Artık bizim de sahibimiz.

İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdov’a ateş püskürür: “Mülkiyet hakkı insanda doğuştan vardır. Mülkiyet hakkı yoksa, toprağı işlemenin sağlayacağı hiçbir çıkar da olmayacaktır. Mülkiyet hakkını ortadan kaldırın, yabani halimize geri döneriz.” Nehlüdov ise aklını Henry George ve Thoreau gibi radikal Amerikalı düşünürlerle “bozmuştur.” Thoreau, Amerika’da köleliğin hüküm sürdüğü yıllarda köleliğin onaylandığı ve korunduğu bir devlette namuslu bir yurttaşa uygun tek yerin hapishane olduğunu söylüyordu. Nehlüdov da onunla aynı görüşteydi. Ben neden dışarıdayım? diye soruyordu.

Hapis Cezası Mantıksızdır!

Yakın yüzyıllara kadar, dünyanın her yerinde en sık uygulanan cezalar bedenseldi. Değnek veya kamçıdan idama kadar uzanan bir yelpazede, suç işlediği kabul edilen kişinin “canını yakmak” esastı. Sonra bunların yerini hapis cezası aldı ve öylesine yaygınlaştı ki, sonunda idamı bile ortadan kaldırdı. Nehlüdov, gözlemlerine dayanarak, mahkemelerin tek gayesinin mevcut (haksız) düzeni sürdürmek; hapis cezasının ise hiçbir işe yaramayan, son derece zararlı bir işlem olduğunu ileri sürüyor. İgnatiy Nikiforoviç’in itirazı hazırdır: “Mahkeme, mevcut düzeni sürdürmeyi amaçlamaz. Mahkemenin iki amacı vardır: Ahlaksızları ve toplumun varlığını tehdit eden canavarları ya yola getirmek ya da toplumdan uzaklaştırmak.”

Nehlüdov, mahkemelerin bu iki amaca da hizmet etmediklerini düşünüyordu. Ona göre, bu maksada uygun sadece iki ceza vardır: Bedensel ceza ve ölüm cezası. “Aynı fiili ileride bir daha yapmaması için bir adamın canını yakmak, amaca uygun bir davranıştır. Toplum için zararlı ve tehlikeli birinin kafasını kesmek de son derece akıllıcadır. Her iki cezanın da mantıklı bir yanı vardır. Fakat yoldan çıkmış bir insanı hapse atıp, en ahlaksız insanlarla bir arada, hiçbir iş yapmadan boş boş oturtmanın ya da her biri beşyüz rubleden fazlaya mal olacak şekilde hazinenin parasıyla ilden ile nakletmenin anlamı nedir?” Bu soruya birkaç türlü cevap verilebilir:

1. Güvenlik. Yoldan çıkmışları tecrit ederek, toplumu onların şerrinden (hiç değilse bir süre için) kurtarmış oluyoruz. 2. Caydırıcılık. Özgürlüğü kısıtlanan insan, aynı suçu bir daha işlemeye yanaşmaz. 3. Islah. Hapishanedeki eğitim ve telkinler sayesinde, hüküm giyenler zamanla uslanır. Nehlüdov, bu gerekçelerin hiçbirini ikna edici bulmaz. “Hapishaneler güvenliğimizi sağlayamaz, çünkü bu insanlar orada ilelebet kalmayacak, bir gün serbest bırakılacaklar. Tam tersine bu insanlar bu kurumlarda ahlaksızlığın en üst basamağına tırmanıyorlar, yani tehlikeleri artıyor. Cezaevleri öyle yerler ki, bu sistemi iyileştirmek olanaksızdır.”

Nehlüdov’un hapis cezasına dair gözlemlerini geleceğin hukukçularının dikkatlerine sunuyorum. İlk cümleler benim, gerekçe Prens’indir:

  1. Devletin aklı kıt, kalbi yoktur! “Özgür yaşayan insanlar arasından yargı ve yönetim aracılığıyla en sinirli, en kızgın, en heyecanlı, en yetenekli, en güçlü ve başkalarına göre daha az açıkgöz insanlar seçilip ayıklanıyor. Özgür kalanlara kıyasla asla daha fazla suçlu ya da toplum için tehlikeli olmayan bu insanlar, aylar ve yıllarca tam bir tembellik içinde, geçimi sağlanarak ve doğadan, ailesinden, çalışmaktan uzak, yani insanın tüm doğal ve manevi yaşam koşullarından uzak zindanlara, menzil binalarına hapsediliyor.”
  2. Akıl sorunlu, kalp hasta olunca, şeref duygusu körelir! “Bu insanlar, hapishanelerde gereksiz her tür hakarete, zincire vurulmaya, kafası tıraş edilip rezil giysilerle dolaşmaya mecbur kılınıyor; insan olma düşüncesinden, utançtan, insanlık onurundan yoksun bırakılıyor. Bulaşıcı hastalık ve dayağa maruz kalıyor.”
  3. Hapishane ıslah etmez, bozar! “Cezaevinde masum insanlarla, yaşamın aşırı derecede ahlaksızlaştırdığı katiller zorla bir arada tutuluyor. Bu kötüler, bozulmamış insanlar üzerinde mayanın hamura yaptığı etkiyi yapıyor.”
  4. Bozulmuş mahpuslar da toplumu bozar! “Mahkumların hepsine her tür zorbalığın, zalimliğin, caniliğin devlet tarafından yasaklanması şöyle dursun, göz yumulduğu fikri aşılanıyor. Sanki ‘olabildiğince çok sayıda insan en iyi, en doğru yöntemle nasıl ahlaksızlaştırılır?’ diye bir görev var ortada. Yüz binlerce insan her yıl ahlaksızlığın en tepe noktasına vardırılıyor ve ahlakları tam olarak bozulduğunda, hapishanelerde kaptıkları ahlaksızlık mikrobunu halkın arasında yaysınlar diye serbest bırakılıyor. Mükemmelleştirilmiş bir zalimlik sistemidir bu.”

Arka Kapak dergisi 27. sayı