Enis Batur

“Yazın başka bir şeydir, yayın başka bir şey.” diyen Octavio Paz’ın ardından “yazın dünyası başka bir topos’tur, yayın dünyası başka bir topos” görüşünün ardına takılmak istiyorum. Bunu yaparken de, peş peşe okuduğum iki günlüğe; Seferis ve Gombrowicz’in günlüklerine, yapıtlarının koşutunda başvurmayı deneyeceğim.

Seferis ve Gombrowicz’in arasında birebir ilişki kurma çabası, Yunanlı şair ile Leh romancının dünyalarına yabancı olan okura garip, hatta zorlama bir girişim gibi gözükebilir. Oysa, Türkiye’deki kültür ortamının özelliklerine bakmak isteyenler için, Yunanistan’ın ve Polonya’nın kültür ortamlarındaki bazı özelliklere ışık tutulması, bu ortamların hem içinde hem de dışında iki ayrı serüvenin aynı anda yaşanabileceğini göstermesi bakımından ilginç olabileceği gibi, Yunanistan ve Polonya ile Türkiye arasındaki inanılması bile güç benzerliklerin hesaba katılması açısından da son derece önemli ipuçları getirebilir.

Seferis ile Gombrowicz arasındaki farklılıklar, hem kişiliklerine bağlanabilir hem de yapıtlarına yansıyan dokuda aranabilir. Ama bu iki yazarın azınlıkta kalan ortaklıkları ne gariptir ki can alıcı önem taşır. Biri sürgünü seçmiş (Gombrowicz 15 yıl Arjantin’de, 10 yılı aşkın süreyle de Avrupa’nın değişik kentlerinde sürgün yaşadı), biri sürgüne dolaylı yoldan seçilmiş (Seferis 20 yıl boyunca Londra, Ankara, Tirana ve Paris’te öğrenci ve diplomat olarak kaldı) bu iki çağdaşımızın kendi ülkelerinde “yabancılık statüsü”ne itilişlerinin temelinde yaşama biçimlerinden çok yazma biçimleri belirleyici olmuştur. Seferis’in günlüğü Atina yazın çevrelerinin sağırlığı karşısında çoğu zaman umutsuzluğa, yer yer de yenik bir öfkeye bulanan bir üslûpla karşımıza çıkar. “İt iti ödünç kaşır” anlayışı egemendir Yunanistan’ın kültür ortamında “arayış”a karşı dirsek teması halindedir vasat Yunan yazarları; bütün bunlara siyasal ortamın çalkantılarıyla beslenen bir düzmece kültürel değerler toplamı eklenince Seferis, yapıtının durmadan yargılanan bir odak haline getirilmesine karşı koymakta büyük güçlük çeker. Dingin, derinden akan bir akarsuyu andıran Seferis’e göre son derece zıt kişilik özellikleri taşıyan Gombrowicz’in günlüğü bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı bir görünüm ortaya koyar: Buenos Aires’te, Varşova’nın binlerce mil uzağında, neredeyse günü gününe, Polonya’da yayımlanan günlük gazeteleri ve kültür dergilerini izler bu tuhaf yazar. Öfkeyle, sık sık öfkenin sınırlarını bile zorlayan kamçılı bir dille Polonya’daki kültür ortamının egemen ölçütlerine kin kusar Gombrowicz: Her şeyin sahte, yapay bir ölçülülükle bir örnek kılınmasına bıkmadan usanmadan diklenir. Yan yana okunduklarında, bu iki günlük bir noktayı apaçık kılar: Arayışa açık, farklı kurallara boyun eğmeyen bu yaratıcının dışlanabilmesi için Yunanistan’da ve Polonya’da benimsenen yöntemler ve yargılar bütün bütün özdeştir.

Seferis’i ya da Gombrowicz’i ayrıcalıklı örnekler aymak isteyenler çıkacaktır. Kendi payıma, yıllar yılı Paris’te yaşayan Cortazar’ın ya da Kundera’nın, ABD’de yaşayan Nabokov’un yargılarının farklı olmadığı görüşündeyim. Ama asıl düğüm bir adım ötededir: Kendi ülkelerinin sınırları içinde, egemen bakış tarafından sürgüne terkedilmiş yazarların dökümü bu denemenin kapsamına sığmaz sanıyorum.

Seferis’i muhafazakâr bir şair saymak doğru olmaz şüphesiz; ama onun Mayakovski gibi amansız bir yenilikçi olduğunu, bir tür “tabula rasa” anlayışını benimsediğini ileri sürmek de bir o kadar yanlış olur. Klâsik çizginin, “arı” serüvenin önde gelen temsilcilerinden biriydi Seferis: Şiirindeki, düzyazısındaki arayış, biçimsel ağırlığı göze batmayan, daha çok bir iç kazı niteliği taşıyan türdendi. Nitekim şiirin belli başlı durakları arasında Homeros’un, Haikai geleneğinin olduğu kadar, bir XX. yy. klâsiği olan Çorak Ülke’nin yer alması da onun hüdainabit bir tavır seçmediğinin en belirgin kanıtıdır. İmdi Gombrowicz yazısı, bu temel seçim bağlamında Seferis’inkine neredeyse taban tabana zıt bir görünümdeydi: Arkasındaki birikimi yok sayarak gelenek zincirinin bir halkası olmayı yadsır onun romanları. Bu öylesine kesin bir farklılıktır ki, Batı Avrupalı yazarların II. Dünya Savaşı sonrası anlatı çerçevesinde getirdiği yeniliklerin zaten Gombrowicz’in yapıtında yer aldığı neden sonra anlaşılabilecektir.

Bu iki özgün yaratıcının yapıtları üzerinde uzun uzadıya duracak değilim. Onların özgünlüğündeki benzemezlikten bu deneme için çıkartacağım hisse bambaşka bir düzlemin konusu çünkü. Seferis’in Atina’da, Gombrowicz’in Varşova’da dışlanmasının, “yabancı” sayılmalarının, sonuçta hayli geç bir biçimde sindirilmelerinin ana nedeni geleneğe ya da yeniliğe bağlı olmaları değil, “köklü bir arayışı göstermeleri”, bununla da Pazar’ın vasata, bir örnekliğe, çağrısına ayak uydurmayan sıra dışı bir serüven getirmeleriydi. Nitekim bunun gözle görülür bir kanıtı, her iki yazarın da evrensel düzeyde baş tacı edilmeleriyle birlikte aniden birer “ulusal anıt” haline sokulmak istenmiş olmalarıdır. Gombrowicz bunu çok önceden sezip günlüğünde saptamıştı: “Romanlarımın Paris’te yayınlanıp etkili olacakları gün Varşova’da ve Buenos Aires’teki hamam böcekleri beni önemseyecekler.” sözü onun sağırlığa ve yozluğa direnişindeki başlıca kılavuzu olmuştu. Seferis’in yazgısı da farklı olamazdı: Şiirleri Batı dillerine çevrilip de Nobel armağanı aldığında “yabancı” bağıra basılacaktı. 

Arka Kapak dergisi 29. sayı