Meriç Şenyüz

Türkiye sinemasında belgesel hep üvey evlat oldu. Belki dünyada da biraz böyledir. Öte yandan Batı’da belgeseller, uluslararası festival ve yarışmalarda her daim el üstünde tutulmalarının yanı sıra yaygın biçimde vizyon şansı da buldu. Türkiye’de ise bu konudaki milat, sanırız 2003’teki Eski Açık Sarı Desene’ydi. Ömer Ali Kazma, futboldan yürüyerek seyirciyi can damarından yakaladı ve “sinemada belgesel izlenmez” ön yargısını yıkıverdi. Bundan sonra İstanbul Hatırası-Köprüyü Geçmek (Fatih Akın, 2005, 36 bin seyirci), Mustafa (Can Dündar, Hacı Mehmet Duranoğlu, 2008, 1 milyon 100 bin seyirci), İki Dil Bir Bavul (Özgür Doğan, Orhan Eskisoy, 2008, 93 bin 700 seyirci) gibi belgeseller Türkiye koşullarında hiç de fena sayılmayacak izleyici sayılarına ulaştı. Nihayet belgesel, artık ülkemizde de vizyona girebilen bir tür haline geldi. Türün son örneği geçen ay gösterime giren Yaşar Kemal Efsanesi

Baştan hakkını vermek gerekir; belgeselde imzası bulunan Aydın Orak epeyce meşakkatli bir işe kalkışmış. Zira Yaşar Kemal gibi gerçekten de efsane katına ulaşan, onu var eden her bir kimlikten başka bir film çıkabilecek kadar çok yönlü, çok boyutlu bir sanatçının hayatından derli toplu, eli yüzü düzgün, izlenir bir belgesel çıkarabilmek herkesin harcı değil. Her daim bir Yaşar Kemal hayranı olan, Özgür Gündem’in kültür-sanat servisinde çalışırken bir röportaj vesilesiyle büyük ustayla tanışan, onun Teneke adlı tiyatro oyununu Kürtçeye çevirip sahneleyen Orak, filmini çok kapsamlı bir arşiv taramasının üzerine inşa etmiş. Yüzlerce saatlik görüntü ve ses kaydına ulaşmış ve bu malzemeden kronolojik ya da tematik bir akışın yeknesaklığından kaçınan, sinema duygusunu, montaj estetiğini ön plana alan dinamik ve özgün bir kurgu tasarlamış.

Orak, çok sayıda ek röportaj ya da canlandırılmış sahne çekmek yerine Yaşar Kemal’i, kendisine anlattırma yolunu seçmiş. Görüntüsü ya da ses kaydına ulaşamadığı noktalarda ise yine büyük ustanın kendi hakkında yazdıklarını bir üst sesle Halil Ergün’e okutmuş. Sadece ulu çınarın sağlığındaki dostlarından biri olması hasebiyle değil, ses renginin onun sözlerine çok yakışması nedeniyle de Ergün’ün seslendirmesi filmi, tam da olması gerektiği gibi tamamlamış. Dramatize edilmiş az sayıdaki sahnede ise siyah-beyaz ve imgesel bir anlatım seçilmiş. Marifet gösterisine meyletmeyen bu imgesel parçalar, bütünün içinde sırıtmadan filmin dokusunun organik bir parçası olarak işlevini yerine getirmiş. Orak, ekran yazılarına ise neredeyse hiç yüz vermemiş. Oysa, epeyce tempolu akan bu kurgunun içinde zaman zaman böylesi açıklayıcı notların, özellikle de yakın tarihle bağı daha zayıf genç izleyici için bir değeri olabilirdi sanki.

Belgeselin müziğinde ise sürekli tekrarlanarak leitmotif özelliği kazanan ve bu sayede filmin yer yer sıçramalı kurgusunda duygu bütünlüğü sağlanmasına hizmet eden Zülfü Livaneli bestesi “İnce Memed”e yer verilmiş. Görüntü kalitesinin çok parlak olmadığı aşikâr. Öte yandan arşiv görüntüleri üzerinde daha kapsamlı bir renovasyona girişilmesi gibi maliyeti çok artıracak bir işlemi bu yapımdan beklemek adil olmazdı doğrusu.

Orak, BirGün’den Öykü Özfırat’a verdiği röportajda, filminin biçemiyle ilgili; “Teknik kısmını zaten ortaya serecek değilim çünkü çok klasik anlatım biçimiyle yapmayı tercih ettim,” diyor. Filmin belgesel sinemanın konvansiyonlarını zorlamaya niyetlenmediği bir gerçek, ama yine de Orak kendisine haksızlık etmesin. Zira karşımızda kesinlikle biçem üzerine kafa yorulduğu, belirgin estetik kaygılarla hazırlandığı belli olan, sinemada izlenmeyi hak eden bir film var.

İçeriğe baktığımızda ise filmin üzerinden atlanamayacak bir sorunla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Her biyografik belgesel önünde sonunda, biyografisini anlattığı kişiyle ilgili bir soruya yanıt verir. Kimdir bu kişi? Elbette her büyük insan çok yönlü, çok yüzeylidir ama belgeselin de bir cümlesi olmak zorundadır. Kimdir Yaşar Kemal?

Gökhan Atılgan’ın deyimiyle, “Sivrisineklerin bulut olup aktığı, sıtmanın insan canını sudan ucuz kıldığı Çukurova”nın evladı… Yurdundan sürgün bir Kürt ailenin evladı, dilinden, kültüründen sürgün bir Kürt… Sait Faik’in deyimiyle, “Türklerin en Kürdü, Kürtlerin en Türkü”… Ailesinin ölümden kurtarıp evlat edindiği üvey ağabeyinin babasını öldürmesine tanık olan, çok sevdiği babasının ölümünün ardından yıllarca kekeme kalan bir çocuk… Arif Dino’dan edebiyatı, sosyalizmi, sanatı öğrenmeye çalışan, hevesli bir öğrenci…. Çırçır fabrikasında işçilikle başlayıp, pamuk toplama, ekin biçme, traktör şoförlüğü, çeltik tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik derken ekmek parası için yapmadığı iş kalmayan bir emekçi… İlk gençliğinde “komünist” olmaya karar veren, daha sonra hayatı boyunca kendisini “ben bir sosyalist militanım ve Marksistim” diye tanımlayan bir devrimci… Cumhuriyet’te çalıştığı 12 yıl boyunca Ara Güler’le yurdu baştan başa gezerek unutulmaz röportajlara imza atan bir gazeteci… Türkiye İşçi Partisi’nin MYK üyesi ve Propaganda Kolu Başkanı bir siyasetçi… Elbette 20. yüzyıl Türkiye edebiyatının belki de en önemli şaheserlerini yaratan bir romancı… Ama aynı zamanda az sayıda etkili öyküsüyle güçlü bir öykücü, az sayıdaki şiiri şarkılara ilham veren bir şair… Eserlerini senaryolaştıran bir sinema insanı… Yaygın ve müstehzi bir ifadeyle “Dünyanın en uzun süre Nobel alamayan Nobel adayı…” Sevgisiyle, tanıyanların gönlüne kök salan bir dost, bir hümanist… Eşi Tilda Kemal’le 50 yılı bulan bir beraberliği aşkla sürdüren, bir sevgili… Bir insan hakları ve demokrasi savunucusu… Bir barış elçisi… Bir Türkiyeli, ülkesini bütün kahrıyla çilesiyle birlikte seven bir yurtsever…

Orak, belgeselinde bu tanımların önemli bir kısmına, bir filmin kapsamının elverdiğince değinmeye çalışmış. Ne var ki bazılarını tümden es geçmiş ve birçoğundan da yeterli süreyi esirgemiş. Belgeseli iki saatlik izlenebilir bir süreye indirme zorunluluğu kuşkusuz geçerli bir mazeret. Ancak mesele bundan ibaret değil. Filmin “kimdir bu kişi” sorusuna yanıtı; “O sürgün bir Kürt, bir insan hakları ve demokrasi savunucusu ve sanatıyla Kürt sorununun çözümünde bir barış elçisiydi,” diye özetlenebilir. Yukarıda andığımız röportajında, “Film politik oldu çünkü Yaşar Kemal politikti,” diyen Orak, “Yaşar Kemal’in edebiyatını çok masaya yatırma taraftarı değilim,” sözleriyle bunun bilinçli bir tercih olduğunu vurguluyor.

Orak, yazarın özellikle 90’lardan itibaren Kürt meselesinde bir barış elçisi olarak oynadığı rolün altını döne döne o kadar çok vurgulamış ki filmde büyük insanın diğer veçhelerine yeterli süre kalmamış. Üstelik, Yaşar Kemal’in uzun ömrü boyunca taşıdığı politik misyonların yalnızca biri, diğerlerini büyük ölçüde yutarak neredeyse Yaşar Kemal’in yegâne siyasi duruşu buymuş gibi bir anlam kazanmış. Filmin yönetmeninin büyük yazarın en çok bu yanını vurgulamaya değer bulması kuşkusuz hakkı. Ne var ki, bu vurgunun altı, Yaşar Kemal’in en az bunun kadar değerli ve dikkate değer başka yönlerini gölgede bırakacak ölçüde çizildiğinde film bittiğinde ardında birçok güzelliğin yanı sıra bir eksiklik duygusu da bırakıyor.

Ama şunu da iyi biliyoruz ki Yaşar Kemal gibi insanlık deryalarının destanını yazmaya, filmini çekmeye hatta üzerinde iki çift kelam etmeye yönelik bütün çabalar, doğası gereği eksikliğe mahkûmdur. Tıpkı bu yazı gibi… 

Arka Kapak dergisi 36. sayı