Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği geçtiğimiz günlerde, Suriye ve Irak’taki savaş ve çatışmalardan dolayı 13,6 milyon insanın evini yurdunu terk etmek zorunda kaldığını açıkladı. Ölümden kaçan milyonların zorunlu durak noktalarından biri de Türkiye. Şimdi her yerdeler. Bir caddenin köşesinde, bir mahalledeki en bakımsız apartmanın bodrum katında, bir atölyede makinenin başında… Peki nasıl yaşıyorlar, neler hissediyorlar, neler düşlüyorlar? Gazeteci Ercüment Akdeniz bu soruların peşine düştü, İstanbul Çağlayan’dan başladı Adana, Hatay, Gaziantep, Kayseri ve İzmir’de mültecilerin hayat hikâyelerinin izlerini sürdü. Daha sonra bu hikâyeleri “Mülteci İşçiler” adlı kitapta topladı. Bize de gördüklerini, bildiklerini, gözlemlerini sormak kaldı.

Söyleşi: Volkan Alıcı

Kitabınızın giriş bölümünde; savaş, çatışma, ekonomik ya da siyasal nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların nasıl tanımlandıkları üzerinde duruyorsunuz: göçmen, sığınmacı mülteci, kaçak göçmen… Bu tanımlamanın, o kişilerin hukuki statüleri dışında yaşam ve çalışma koşulları açısından nasıl bir önemi var?
Büyük çoğunluğu Suriyeli olan ve ülkemize sığınmış insanlar için en genel anlamda “mülteci” kavramı kullanılıyor. Bu kavram gazetelerin ve medyanın haber diline de yansıyor. Fakat ne var ki bu insanların çoğu kayıt altına alınmış değil, dolayısıyla resmi anlamda ne mülteci sıfatı taşıyorlar ne de mültecilikten doğan haklara sahip olabiliyorlar. Bu ortada bırakılmışlık hali örneğin Suriyelileri kimlik edinme, dil eğitimi, sağlık, çocukları okula gönderme, mal edinme ya da kiralık ev için sözleşme yapabilme, elektrik, su vb. faturaları kendi adına yaptırabilme gibi haklardan mahrum ediyor. Kitabımda, özel olarak ülkemize gelip mülteci sıfatına “nail” olmuş insanları konu edinmedim! Tersine görüşmeler yaptığım ve kitabımın kahramanı olan tüm bu insanlara “mülteci” demeyi bilinçli olarak tercih ettim. Çünkü insanlar savaş vb. nedenlerle bir ülkeden başka bir ülkeye adım atmışlarsa eğer, mültecilikten doğan bütün haklara sahip olmalılar. Röportaj yaptığım sığınmacı ya da mülteci insanların hemen hepsi ülkemizde çalışan işçilerdi. İçlerinde daha önce meslek bilen-bilmeyen, kadın erkek ve hatta çocuk işçiler var. Statü sorunu ya da statüsüzlük, ne yazık ki kayıt dışı ve kaçak çalışmayı da beraberinde getiriyor. Bu nedenle “sendika, sigorta, 8 saatlik iş günü” gibi temel haklar bu durumdaki insanlar için hayal edilecek kavramlar bile değil! Ayrıca sınır dışı edilme korkusu hak gaspları karşısında çaresiz susmayı gerektirdiği için, bu durum onların sırtından haksız kazanç elde edenler için muazzam fırsatlar sunuyor. Türkiyeli işçilere, en alttaki Suriyeli işçiler örnek gösterilerek, işten atma ve düşük ücretle çalıştırma baskısı yapılıyor.

Türkiye’deki mülteciler en çok hangi konuda sıkıntı yaşıyorlar? Görüşmelerinizde en çok dile getirdikleri sorun ne oldu?
Savaştan ve ölümden kaçan topluluklar için öncelik can kaygısıdır. Bunun için güvenli bir ortam şarttır. Görüştüğümüz birçok insan kamp hayatını güvenli bulmuyor. Şehirlere karışanlar ise yerleştikleri mahallelerde kimi linç ve kışkırtma olaylarının hedefi oldu. Açıkta kalan, her türlü saldırıya ve istismara maruz kalanlar da var. Bu durum onlar için Suriye’den sonra ikinci büyük travma demek. Çocuk hastalanınca onu, hastaneye götürmek için, bir başkasının üzerine kayıt yaptırmak zorunda olmak ne acı! Ne yazık ki bu insanların büyük çoğunluğu bu durumda. Dil bilmeyenler iş de bulamıyor ya da hiçbir şeye itiraz edemiyorlar, bir büyük dert de bu doğrusu. Kiralık ev fiyatları ise onlar için tavan yapmış durumda. İmar planında “kömürlük” diye geçen bodrum katları fahiş fiyatlarla onlara veriliyor. İki bazen daha fazla aile bir evde kalmak zorunda kalıyor. Örneğin Hatay Reyhanlı’da ahırdan bozma evler Suriyelilere kiraya veriliyor.

Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan insanlara yönelik tepkiler çeşitli, ama görünen o ki dayanışmacı değil. Acıma, aşağılama, küçümseme, “huzurumuzu kaçırıyorlar” algısı çok belirgin; ayrıca çok sayıda linç olayı da yaşandı. Bu konuda sizin gözlemleriniz ve düşünceleriniz neler?
Antep, Maraş, Adana, Ankara, İstanbul ve daha birçok kentte ne yazık ki linç ve benzeri üzücü olaylar meydana geldi. Aslında bizim yaptığımız röportajlarda bu olayların ayak sesleri işitiliyordu. Anadolu ve İstanbul insanı, yoksul emekçiler zaten üç kuruşa çalıştırılıyorlar. Üstüne bir de yokluk pahasına çalışmak zorunda kalan Suriyeli işçileri görünce; işini, ekmeğini kaybetmek korkusuna kapılıyorlar. Bu zeminde durum her türlü ırkçı kışkırtmaya müsait hale geliyor. Bu durumdan çıkar sağlamak isteyen çevreler de linçlerden medet umabiliyor ne yazık ki. Bunda elbette sorumluluk alması gerektiği halde sorumluluk almaktan kaçınan ve topu ortaya bırakan yöneticilerin de payı var. Şunu söylemek istiyorum; eğer bir ülkeyi ya da örneğin bir kenti yöneten insanlar yaptıkları açıklamalarda “Suriyeliler geldi huzur bozuldu” gibisinden konuşurlarsa, bu daha büyük olaylar için davetiye anlamına gelir. Türkiye’de kırılmaya müsait çok ciddi bir sosyal fay hattı oluştu. Suriyeliler ya da en genel anlamda mülteciler sorunu sosyal bir sorun olduğu kadar siyasi bir sorun haline de gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla soruna hem sosyal hem ekonomik hem de siyasi bakımdan eğilmek ve çözüm yolları aramak gerekiyor. Burada elbette uluslararası kuruluşlar da masum değil, çünkü onlar da soruna ciddi bir yaklaşım göstermiyor ve sorunu sadece kendilerinden uzakta tutmaya çalışıyorlar.

Görüştüğünüz mülteciler bu konuda neler söylüyorlar?
Suriyeliler ya da Araplar için kullanılan “pasaklılar, pis yaşıyorlar” tabirine çok incindiklerini söylüyorlar. Ekmek, barınma, sağlık, iş, çocukların geleceği vs. elbette temel sorunları; ama insanlık onurlarının çiğnenmesi de onları çok üzüyor. Örneğin işçi Cuma, küçük kızını fırına ekmek almaya gönderiyor ve çocuk hakarete uğradığını söyleyince aile günlerce ağlıyor. Kamuoyunda genel olarak Suriyelilerin Türkiye’ye ya da özel olarak hükümete müteşekkir olduklarına dair bir algı var. Bence durum tam böyle değil, en azından röportajlar böyle söylemiyor diyebilirim. Çünkü birçoğu, kendilerine Türkiye’ye gelirken çeşitli sözlerin verildiğini, bu sözlerin tutulmadığını ve hayal kırıklığı içerisinde olduklarını söylüyorlar.

Hükümet yetkilileri yakın zamanda, Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilere çalışma izni verileceğini açıkladılar. Mültecilerin çalışma ve yaşam koşulları açısından bu ne anlama geliyor?
Bence çalışma izni ya da hakkının verilmesinin de ötesinde mültecilere eşit vatandaşlık hakkı verilmeli. Almanya’da Türkiyeli bir işçi hangi haklara sahipse Türkiye’deki Suriyeli işçiler de aynı haklara sahip olmalı. Fakat bu durum Türkiye’deki emeği daha da ucuz hale getirmek için kullanılmamalı, bunun önüne geçilmeli.

Peki, bu mülteci işçilerle işsiz kalabalıklar arasında var olduğu açık olan gerginliği artırmayacak mı sizce? Yani zaten işsizliğin yoğun olduğu bir ülkede bu kararın uygulamaya geçmesinin kendilerinin durumunu zorlaştıracağını düşünüp tepki gösterenler hayli fazlayken bu beklenen bir gelişme sanki?
Emek en dipte yarıştırılmak istenirse eğer, elbette bu durum işçiler içinde bazı gerilimleri getirebilir. Bu nedenle emeği aşağı seviyede değil en yukarıdan haklarla eşitlemeyi esas almak gerekir, o zaman bir problem yaşanmaz. Peki bunu işverenler yapar mı, yapmaz! Ama en azından Türkiyeli işçilerin meseleye böyle bakması gerekir, çünkü ekmek davası Türkiyelileşen Suriyeli işçilerle ortaklaşmıştır artık.

Bu çalışmanın en değerli yanlarından biri, aktardığınız insan hikâyeleri… Sizi en çok ne etkiledi kitap için yaptığınız görüşmeler sırasında?
Beni en çok Afgan çocuk işçilerin hayat hikâyesi sarstı. İnanılmaz bir yolculuk çünkü anlatılan hikâye; Afganistan’dan İran’a, Yüksekova sınırından İstanbul’a uzanan bir umuda yolculuk hikâyesi. O çocukları bir daha göremedim, BM tarafından başka bölgelere dağıtılmışlar… Onları çok merak ediyorum doğrusu, yeniden bir gün bir yerlerde karşılaşmayı çok isterim.

Son sorum: sizce Türkiye’deki mültecileri nasıl bir hayat bekliyor?
Konuştuğum mültecilerin çoğu, “Bugün savaş bitse bile Suriye’nin kendine gelmesi 20 yılı bulur” diyor. Dolayısıyla bir şekilde onlar artık Türkiyeliler ve onları bir yabancı ya da misafir gibi değil bir vatandaş gibi kabul etmek gerekiyor. Öte yandan statü sorunu çözülmezse problemler daha da artacak, “şanssız durak” olarak görülen Türkiye’den kale Avrupa’sına ölüm yolculukları da ne yazık ki devam edecek. Bence mültecilerin Türkiye’deki geleceği Türkiye’nin emeğe, emekçiye ve demokrasiye vereceği ya da vermeyeceği değerle birlikte anılacak; buna ortak bir kader de diyebiliriz…

Teşekkür ederim.
Ben de bu soruna ilgi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.